7 Şubat 2012 Salı

Rüyaların bilgeliği hayatta ne işimize yarar hocam?

“Rüyalar anlatıldığında niçin genellikle böyle sıkıcı gelir diye yıllardır düşünürdüm ve bu sabah yanıtını buldum; çok basit, zaten bildiğiniz yanıtlar gibi: Bağlamı yok... Bir bankanın zeminine konan doldurulmuş bir hayvan gibi.”

Böyle diyor Burroughs “Benim Eğitimim - Bir Rüyalar Kitabı” isimli son eserinde. Rüyaların bir bağlamı yok mu gerçekten? Oysa bir bankanın zeminine tarafımızdan konmuş doldurulmuş bir hayvanın duygusal-düşünsel bir bağlamı kuşkusuz vardır. Bunu bir banka memuru görmüşse başka, bir kredi mağduru görmüşse başka, bir avcı görmüşse başka bir bağlamı vardır üstelik. Her ne kadar rüyalara “bilinçsizlik” atfederek işin içinden sıyrılsak da rüyalarımızın Freud’un ya da dini rüya tabirlerinin atfettiğinden daha fazla bağlamı var.

Rüyaların hayatla bağlamını ayıran YARIK (Burroughs gibi biz de büyük yazalım), rüyalardan çekip alınan bilincin kendisiyle “gerçek hayat” arasında başlıyor. Bilinç, yalnızca “akıl” değil, duygu-düşünce bütünlüğüdür. Oysa “gerçek hayat”ta bu ikisi pekala birbirinden ayrılır. Duygularınız başka, düşünceleriniz başkadır. Aşk başka, iş başka. Dostluk başka, ticaret başka. Her birimizin “aktör” ya da “oyuncu” olduğu yerde, “rollerimiz” olduğu yerde, eylemlerimiz kendimize ait değildir ki bilincimiz kendimizin kalsın, duygu-düşünce bütünlüğünü, kendi bütünlüğümüzü koruyalım. Türkçede bu dilimize de vurur. Pek çok dilde aynı kelimeyle karşılanan “vicdan” ve “bilinç” ayrılıverir. Her şeye vicdanıyla bakanlar çıkar, vicdanla hiçbir şey çözülmez diyenler çıkar sonra. Tartışmayı başka bir dile aktarmaya kalksanız epey uğraşmanız gerekir.

Rüyaların dili ise başka bir dildir. Çoktan hayattan kopmuş, hiç hatırlanmamakla yol göstermek arasında savrulup duran kendi “alemleri” vardır. Duygu-düşünce bariyerinin orada geçerliliği yoktur. “Ama hayat öyle değil.” Peki iyi bir şey mi bu? O hayatın bu parçalanmış, rolleri dağıtılmış, kurgulanmış haline “gerçek bir şey” diyebilir miyiz?

Kurgulu yaşamın en güzel örneklerinden biri, bize hayatlarını anlatan ya da hayatları başkaları tarafından anlatılan yazarlar ya da ‘büyük adamlar’dır kuşkusuz. Oluşturulmuş ve çoğu zaman bir misyona iliştirilmiş yaşam öyküleri. Bir insanın bir rolü oynadığı bir filmin tersine bir rolün bir insanı oynadığı bir gösteri. 

“Dedim ki, bugüne kadar yazılmaya kalkışılmış dürüst biyografi pek yoktur, yazılmış olanıysa hiç yoktur ve hiç kimse böyle bir şeyi okumaya tahammül edemez. Bu noktada sanırım okur benim ağız sulandıracak bazı seks yaşantılarını itiraf etmenin sınırına geldiğimi düşünüyor. Pek değil. Sanırım ben yirmi dört yaşındayken, hatırlamaktan hiç hoşlanmadığım Kaldırım Taşı Bahçeleri’ndeki dükkânda çalışırken Yahudi bir kadın beni hizmetkarlar kapısından sepetledi ve ben arabaya binip vitesleri gacırdatarak giderken “Hitler tamamen haklı!” diyordum. Evet, dürüstçesini istiyor musunuz? İstiyor musunuz? İstiyor musunuz? İstiyor musunuz?” (W. S. Burroughs, Benim Eğitimim)

Burroughs ise bambaşka bir yol izliyor otobiyografik “Benim Eğitimim” kitabında. Rüyalarıyla anlatıyor kendini. Ancak kendisinin dediği gibi bu rüyalar ‘rüya değil’ler. O alemin içine dalıp yüzdükçe, rüyalarından ve kendi iç dünyasından çok daha fazlasını koyuyor ortaya. Her bünyeyi atomlarına kadar parçalayan “rüyalarımızın peşinden gidelim” sululuğu ile “hayatın katı gerçekleri” arasında gidip gelmekten başka bir kendini anlatma yolu bulmayı başarıyor.

Günümüz eserlerinde rüyalara az yer verildiğini söylemek yersiz olur. Özellikle sinemada giderek çok yer tutuyor rüyalar. Ama çoğu zaman onları da yaşamın bugünkü kurgusuna uyduran, olayların gerçek yaşamdaki gibi kurgulanmış bir dizgeyle aktığı, rüya dilinin içinden konuşmayı beceremeyen eserler bunlar. Yer yer rüyalardan çok gerçek yaşamdan “kaçmaya” yarayan alternatif evrenler, fantezi dünyaları sunuyorlar.

Benim Eğitimim, ise gerçekten bir rüyalar kitabı. Fondan ayrılan, çok net hatırlanan ve tarif edilen ‘seçilmiş’ şeylerin hemen yanında akışkan, belirsiz, tanımlanamayan şeyler, sadece hislerle tarif edilen objeler, belirli bir anının hissiyle çıkıp gelen tanıdıklar, kim olduğunu bilmediğimiz ama dost mu düşman mı olduğunu öylece bildiğimiz kişiler, birbirlerinin arasında tek geçişin yaşantımız olduğu iki mekan arasındaki kapılar… Kitabın dili de rüya anlatımına uygun. Kesik kesik, bir kelime üzerinden bambaşka yere sıçrayan cümlelerin arasında birden karşınıza çıkan bilgece tespitler.

“Brion’la, kimin bu gezegenin yerlisi olup kimin olmadığı konusunda yüksek sesli bir tartışma. Bir kafede kahve içerek tartışıyoruz. Kafamı masadan çeviriyor ve bir bardaktan bir şey içen çok soluk renkli bir genç görüyorum. Ölü gibi bakıyor ve bir düzenlemedeki bir kukla olduğunu fark ediyorum onun. Bir Hopper belki de. Ve bu yerlilik meselesi konusunda net bir cümle kuruyorum: “Bir adam, eğer bir yer onsuz olamıyorsa o yerin yerlisidir.”

Ancak Burroughs’un başta söylediği gibi bağlamsız değil bütün bunlar. Cinsellikten dostluğa, yaşlanmaktan annesinin ardından hissettiklerine en ‘kişisel olan’, toplumsal yaşama, politik ve kültürel evrene dair olanla kolayca iç içe geçiveriyor anlattığı rüyalarda. Rüya değil bütün bunlar, eğitimini süzdüğü gerçek yaşamı. Sıçraya sıçraya gezerken, birden netleşen kamerası herkesin ait olduğu ‘evrensel bir hasar ve yitik hissi’ni çırılçıplak çekiyor:

“Bir zamanlar ışıklarla ve içeceklerle neşeli bu soğuk ve darmadağınık sokaklar şimdi ben tek başıma geçerken adımlarıma yankı veriyor. Gece rüzgârları tozlu odalardan geçiyor ve kırık pencere camlarından dışarı taşıyor eski düşünceleri ve anıları. Bunların üzerine titreyen delikanlı çok uzaklarda, ve ruhundan hiçbir şey kalmamış artık. (Colin LePauvre)

Evrensel bir hasar ve yitik hissi. Ginger evde ve arkadaki boş arsada dolaşıyor yitirdiği yavruları için inleyerek. Kucağıma sıçrıyor ve bana sokuluyor. Güneş tutulmasının geçtiği görünüyor ve ışık yavaş yavaş artıyor. Gökyüzü kararıyor ve gidiyor, ve detayları Joe’ya bırakıyor.”

Okurken gerçekten başkasının rüyalarını izlermiş hissine kapıldığınız “Eğitim”, rüyaların bir bağlamı olmadığı iddiasının aksine başka kanıtlar da sunuyor. Örneğin bütünüyle çağdaş bir rüya alemi bu. Geniş caddeler, oteller, Paris-Tanca-Londra seferleri…

‘Burroughs’un eğitimi’ modern kültürün, özellikle post-modern dönemin içinde verilidir aslında: Tekinsiz bir bilinçaltının üzerine üzerine yerleşmiş bir bilinç, kendini kaydeden bilinçli bir bilinçaltı: “Rüyadayken uyanıyor ve rüyayı yazıyorum.” 

Başlangıçta “hiç ağırlığı yok” Burroughs’un. Rüyaları rüya, gerçeklik onun gerçekliği değil. “Düşecek bir bedeni yok.” WSB’nin, gençliğindeki gibi süzülüyor. Bir bulutun üzerinde geçiyor New York’u.

Beden, Burroughs metinlerinde yalnızca varlığımızı taşıyan bir araç değil, madde ile bilinç arasında, her ikisinin birbirine girdiği, her ikisinin üstüne çıkan varlığımızın kendisi. Bozunuma, evrilmeye, form değiştirmeye açık. Toplumsal bir gerçekliğin yansısı olabileceği gibi, toplumsal gerçekliğin dışında kalan varlığımızın kendisi de olabilir. Rüyalarda ilerlerken Nova Üçlemesi’nde rastladığımız yaşam formları, bedensel dönüşümler geliyor aklımıza. Dünyayla birlikte bozunuma uğrayan insanlar.

Burroughs’un bedeninin olmaması, rüyalarının rüya olmaması kadar gerçektir. Onun varoluşu, Beat Kuşağı olarak doğan ve sonraki yıllarda tüm kültür sahasının içine dağılan, soğurulduğu kadar nüfuz eden, nüfuz ettiği kadar bozunuma uğratılan başka “yaşam formları”nın “kendisini bilmesi”dir.

Rüyalar arasında gezerken, rüyada gibi düşünüp anlatır Burroughs. Geçişleri ancak hissedebilirsiniz. Mantık zinciri bir takım kategorilerin içinden kurulmaz ama anlatının akışı, yaşamın akışı kadar gerçektir. Su yer yer birikir, durgunlaşır, berraklaşır.

Dünya savaşının ardından gelen soğuk savaş yıllarının bunalmış, hayatlarını deneyimlemeye ve eylemlerini inanca yaslayan ama hiçbir varoluşa ve inanca aidiyet hissetmeyen, yüzen bir kuşak. “bir kuşak olarak kendi gözlemleri ve ilhamlarını, etrafında sınıflandırabilecekleri tek bir eksen" yok. Kendini yenileyemeyen bir bedenin nerede bölüneceği bilmek yeteneğini yitirmiş, DNA kodlarının hata verdiğini dışa vuran hücreleridir onlar. Bu “kanserli hücre” bütün bedenin nasıl beslendiğine, nasıl bölünüp çoğaldığına, sağlıksız yapısına dair çok şey söylüyor:
“Kendimi hiçbir davaya ya da halka yakın hissetmemiştim, bu yüzden bir akıl erdiremezlik uzaklığından imreniyorum “benim halkım”dan konuşanlara. Yahudiler, zenciler, Filistinliler, Çinliler... Ama bu kümelerden birine katılmak, beceremeyeceğim, yüzsüzce bir heveskârlık olur. Hemen bir sahtekâr olarak görülür ve casus olarak nitelenirim. Yapmacık olanı hemen görür onlar. Ben çok beceriksiz bir yalancıyım; sadece bir dürüstlük ilkesi yüzünden değil, basit bir kabiliyetsizlik yüzünden de böyle. Bende yalan da yok gerçek de. Ben asla siyasetçi ya da dolandırıcı falan olamam ve tüm insanların en muhalifleri, benim içinden çıktığım WASPlardır.”
Evet, WASP’tır Burroughs, baskın ten rengindendir. “En muhalif”liği ise tartışılır. Kaldı ki ırkçılığa varan önyargıları da sakınmasız döküverir rüyalarında. Kendini “en muhalif” olarak görmesinin nedeni, kuşağı gibi içinden çıktığı yere ait hissetmemek, kendisinin de dahil olduğu O’ndan “kopmuş” olmaktır belli ki.

Burroughs ve kuşağı temelsizdir, temelsiz kalmayı isterler:
“Ted Morgan’ın biyografisi temelden yanlış bir kavramla başlar: Edebi Yasadışı. Yasadışı olmanız için önce sizin reddedecek ve dışına çıkacak yasal bir temelinizin olması gerekir.”
Yasaları ve kurallarıyla toplum karşı çıkmak için bile yoktur:
“Genet ihanetle ilgilidir; benim için anlamsız bir kavram, vatanseverlik gibi. Benim ihanet edebileceğim hiçbir şey ve hiç kimse yok ve bu yüzden ben iflah olmaz bir şekilde dürüstüm.”
“Benim suç işleme faaliyetlerim (minimaldir eminim), bir reklam ajansında ya da başka bir yerde düzenli bir iş edinme çabalarım kadar beceriksizcedir.”
Ölümle ve seksle deneyimleri de bu ‘zamanın ruhu’ndan dışarı çıkmakla ilgilidir:
“Zamanla seks arasında yakın bir ilişki var belki de, ölümle seks arasındaki gibi. Ölüm de seks de özneyi zamanın dışına çıkarır.”
Yarık!
“Irza geçme ve yağmalama. Hiçbir şey olmamasından iyidir.”
Birden karşımıza çıkan bu cümle tüm Burroughs metinleri gibi yabancılaştırıyor bizi metne, yazara ve kendimize. Kim bunu rahatlıkla söyleyebilir? “Hiçbir şey olmadığı” o her gün tecavüz ve yağma ile dolu değil mi zaten. 

Birden başka bir yüzyıla sıçratıyor bizi bu ifade. Daha tarihsel, daha büyük bir akışın içinde Burroughs’un metninden bir yüzyıl önce yazılmış benzer bir ifadeyi akla getiriyor: “Bir şeyler yapıldığını görelim artık / Korkunç kanlı suçlar işlensin / Bıktık bu besili iyilikten /Her şeyi yutup eriten törelerden” Heinrich Heine 19. yüzyılda bir yarılmayı imliyor şiirinde. Bireyi bedeni ve benliğiyle değişmez bir role hapsederek bütünlüğünü sağlayan geleneksel toplumun parçalanmaya başladığı, katillerin, çetelerin, devrimlerin ve örgütlerin kendini gösterdiği bir depremin önceden gelen uğultusunu seslendiriyor. 

Burroughs ise elbette Heine değil, içinde bulunduğu yarık çok daha farklı. Benlik artık “serbest” ama kaybolmuştur. Ortaya çıkmış, ama bütünlüğünü yitirmiştir. Tek bir role hapis değildir ama sosyal rolleri tarafından önce parçalanmış sonra yutulmuştur. Ortak bir kalıp aranmış, ancak hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştır. Bir süreliğine rotasını kaybetmiş, yolculuğuna ara vermiştir.

“Bugünkü ve gelecekteki trendleri değerlendirmede kendimi referans olarak alıyorum. Megalomani değil bu. Varolan tek ölçüm yapısı sadece. Gözlemci William: 023”.
Ve Heine’den 150 yıl sonra içine düştüğümüz daha derin bir yarığa işaret ediyor, Burroughs. “Korkunç kanlı suçlardan” “tecavüz ve yağma”ya kayan dil, Burroughs ile Heine arasında değil, bizim dünyamızla Heine’ninki arasındaki referans değişimini işaret ediyor:
“Trendler tek bir sözcüğe sığdırılabilir... YARIK. Genişleyen YARIKlar. 023’le, fok yavrularını sopayla vurup öldürebilenler, kedileri ateşe atabilenler, lemurların gözlerini sapanla vurabilenler arasındaki YARIK.
Gündüzfeneri katiller, linç sürüleri için hammaddeler, İncilciler Diyarı, köktendinci Müslümanlar; 023 bu türler için hiçbir şey hissetmiyor. YARIK.
Dünya liderleri hep aptallara ve bağnazlara besin sağlıyor. Bush, uyuşturucu savaşının bizi birleştirip bir ulus haline getirdiğini söylüyor. Muhbirlerden ve gözü dönmüşlerden bir ulus mu? Başka birisinin kendi odasında ne yaptığından onlara ne? Hiç ırgalamaz onları.
Liderler standart ve boyun eğen bir insan ürün yaratmaya çalışıyorlar delirmişçesine. Ama bunun yerine, zorunlu yakınlıklar yüzünden, uzlaşmaz çıkar ve temel eğilim farkları sürekli takviye görüyor ve kızışıyor.
Gerçek, Homo Sap’ın altbölümlere ayrılmasıdır: 023, bu ayrışma trendinin devam edeceği ve hızlanacağı ve sonunda temel biyolojik farklılıklar şeklinde yansıyacağı kehanetinde bulunuyor.
Akıllı ve duyarlı gözlemcilerden kopan liderler kontrolü kaybedecek. Onları yönlendiren güdüler, yaklaşımlar ve uzlaşmalar gerçek olaylarla giderek ilgisizleşecek. Bu şimdi Rusya’da zaten gerçekleşiyor. Devam edecek ve geometrik şekilde hızlanacak başka bir trend.
Vahşi bağnazlar giderek daha çok hayvanlaşacak, yozlaşarak habis ve nahoş babunlardan oluşan iğrenç alttürlere dönüşecekler.
YARIK. YARIK. YARIK.”

Bu yarığın içinden ilerleyerek, gündelik hayatın içine sinen piyasadan, çıkar hesaplarından, alışveriş ilişkilerinden Hiroşima’ya, atom bombasına, toplu katliama bir rüyadaki gibi kolayca geçer Burroughs:
“Sen bana Amerikan Rüyasını, Amerikan Ruhunu sat, ben de sana Malvern Kaynak Suyu ve karaca sosuyla vınlayan buzdolapları vereyim. Uzaktan kumandalı renkli televizyon vereyim sana. Her garajda çift otomobil vereyim.
(İnsanların uzak önemsiz Üçüncü Dünya bölgelerinde açlıktan ölmesi pahasına.)
“Kabul ediyor musun?”
Bir gerzekler korosu: “Evet Evet Evet.”
“Ve sana, sahip olduklarını koruma GÜCÜ vereyim.”
Hiroşima.”

Burroughs için yarığın bir tarafında bulunmak, o tarafla olmak anlamına da gelmez. “Moi’ya gelince, benim için hangi tarafla olduğum pek fark etmiyor. (Tarafta değil, tarafla.)” Bir beyaz olarak siyah tarafta bulunur ama orayla değildir. Orada kendi geldiği tarafa tiksintiyi ifade ederken, çözümü de tiksindiklerinin araçlarında bulur yine: “Ama Güney Afrika’daki duruma gelince, benim için olanaklı sadece tek bir taraf var. Niçin siyahlar aklını başına toplayıp da kimyasal ve biyolojik silah kullanmaya başlamıyorlar?”

Kim bu dünyanın yerlisi?

Bu patlamalar kitap boyunca nadirdir ve onlar haricinde ise rüyalarının genel akışında herkesinki gibi kişisel bir kaybolmuşluk hissinde belirir resim. Gençliği gibi “uçarak” rüyalarına başlayan Burroughs nereli olduğunu sorar kendine. Rüyasının içinde yine “kukla adam” gibi bir rüya imgesinden beklenmedik şekilde berrak bir tanımlamaya sıçrayarak:
“Brion’la, kimin bu gezegenin yerlisi olup kimin olmadığı konusunda yüksek sesli bir tartışma. Bir kafede kahve içerek tartışıyoruz. Kafamı masadan çeviriyor ve bir bardaktan bir şey içen çok soluk renkli bir genç görüyorum. Ölü gibi bakıyor ve bir düzenlemedeki bir kukla olduğunu fark ediyorum onun. Bir Hopper belki de. Ve bu yerlilik meselesi konusunda net bir cümle kuruyorum: “Bir adam, eğer bir yer onsuz olamıyorsa o yerin yerlisidir.”
Ancak böyle bir yer yoktur, isminizle anılmak bile rahatlatmaz insanı. İsminin önüne gelen bir sıfatlar bile aynı zamanda o sıfat yüzünden o kişiye tehdit oluşturur:
“Hiçbir yer. Başka birinin dairesindeyim. Ne işim var burada? Hiçbir şey çalmıyorsam da bir ev hırsızlığı diye nitelenebilir bu. Hiçbir yere ait olmayan, tıkış tıkış, anonim, karmakarışık bir daire. Pencereden dışarıya çıkıyorum, dar bir çıkıntının üzerine. Çıkıntının sonunda, kırık çürük tahtalardan, beyaza boyanmış bir merdiven var ve yaklaşık altı metre aşağıdaki yere kadar inmiyor. Aşağıda çalılar ağaçlar var ve birtakım insanların “Bay Burroughs...” falan diye konuştuklarını duyuyorum ve beni öldürmeye niyetlendiklerini biliyorum.”
Burroughs günümüz kültürüyle iç içedir. Zamanın ruhundan kopan kuşağının iç dünyasını, Ginsberg gibi misyon atfetmeden ya da Kerouac gibi gençler tarafından alınabilir şekilde allayıp pullamadan çıplak sergiler. İçlerinden çıktıkları sınıfın ortalığını, boğuculuğunu kusan o kuşağın ortaya koydukları, tıpkı 68 gibi, zamanla soğurulup kanserojen diğer şeyler gibi tüketim nesnelerine dönüşmüş, bozguna uğramıştır. Burroughs’u hem bu nedenle hem de çağımıza has bir kaybolmuşluk duygusunu duygu-düşünce bariyerlerine takılmadan olduğu gibi sergilemesi nedeniyle sinemadan müziğine, gündelik yaşamdan reklamlara her yerde görebiliriz. Rüyalarındaki fonda günümüzün resmini görürüz. Ama aynı zamanda onun –iyi ya da kötü yargısında bulunmadan- parçalanışının hayali de oradadır. Bu evren rüyalara taşınır ve çözülmeye başlar:
“Kontrolün bende olduğu duygusu yok, özellikle de iki beyaz meydandayken. İkisi de potansiyel bir tehlike -tahmin edilemez bir tehlike- taşıyor. Sokaklarla özel evler arasında bir sınır olmadığı dikkatimi çekiyor; bütün kapılar açık gibi sanki. Bu sınır Dünya Gezegeninin bir düzenidir ve bu bölgelerde uygulanmaz.
Özel odalar? Sokaklar? Bu ayrımların anlamı nedir?”
“Metrolar, tren istasyonları, havalimanları, gemiler... Yolculuk, hep sımsıkı tutarak otel anahtarlarımı, sahip olduğum tek bağlantıyı. Sahip olduğum tek evi. Anahtarın cebimde durduğunu hissederek sürekli rahatlatıyorum kendimi. Pek fazla bir anlamı yok bunun, çünkü bölgede hiç özel hayat yok.”
“Yürüdüğümüz çıkmaz yol büyük bir yuvarlak avluyla sonlanıyor, aynı zamanda bir kafe bu ve sol tarafa doğru bir geçit var ve bu da hem bir kafe hem de ilerideki caddelere bir geçiş hakkı. Bir garson kız “Ne istiyorsunuz?” diyor hemen.”
“Odaların ve meydanların ve sokakların her zamanki karışımı ve bunlar Ölüler Ülkesini gösteren işaret. Sokaklar mutfaklara ve yatak odalarına çıkıyor, yani hiçbir alan tamamen özel ya da tamamen kamusal değil.”

Burroughs’un bedeni ağırlık kazanıyor 

“Eğitim” boyunca, üz bir çizgide değilse bile eğilim olarak, sıklıkla uçtuğu baştaki rüyalar yerini, bedeninin ağırlık kazandığı rüyalara bırakır. Burroughs’un seyahati bir yerde Rousseau’nun Emile şahsında benliğin özgürlüğünü arayışından, Toplum Sözleşmesi’ne, oradan da çağının devriminin kesintiye uğramasının hayalkırıklığı ile “Yalnız Gezerin Düşleri”ne geçtiği yaşam serüvenine benzer.

Başından beri aşk vardır rüyaların her yerinde. Her mekan bir şekilde onunla ilişkilenir.  Sıklıkla Ian ile karşılaşırız. Ancak giderek aşk hatıraya, cinsellikse başka birşeye dönüşür:
“Cinsel duygularım, insansal yönden, sönüp gidiyor sanki, ya da daha çok, artık içinde benim olmadığım bir bedene ve gönüle ait hale geliyor. Ama hayvanlara karşı müthiş heyecanlı bir duygu taşıyorum. Büyük bir lemur düşünüyorum. Lemur benim büyüklüğümde ve bana sarılıyor; cinsel bir şey değil, ondan çok daha müthiş bu.”
Ötesinde Burroughs’un bir kitabından beklemediğimiz başka insani duyarlılıklar belli eder tüm parçalanmanın altından. Ölen annesi yer yer sahne almaktadır rüyalarda. Bir rüya imgesi olarak rüyanın içindekini ağırlığını farketmemek mümkün değildir. Ancak belli bir olgunluktan sonra, sonlara doğru ise daha çıplak bir hesaplaşmanın, “her şeyden kopan” Burroughs’un kopmadığı bir şeylerin, pişmanlığın, keskin bir anının derin izi çıkar ortaya:
“Annem hayatının son dört yılını St. Louis’deki Chastains Bakımevi’nde geçirirken hiç görmeye gitmedim onu. Londra’dan Anneler Gününde yavan birtakım kartlar ve bazen oradan buradan birkaç kartpostal gönderdim sadece. Hatırlıyorum yıllar önce (Elli yıl mı? Hatırlamıyorum) annem bana “Sanırım çok hastalandım,” dedi. “Görmeye gelecek misin beni? Bakacak mısın bana? İlgilenecek misin benimle? Bunun gerçek olacağına güveniyorum.”
Gerçek olmadı. Mort’tan gelen telgraf. Yataktan kaldırıldım. Bir an bunu bir kenara bırakıyorum. “Annen öldü.” Hiçbir duygu yok. Sonra vuruyor, karna gelen bir tekme gibi.”
Anneden kalan bu iz rüyalarda kendi ölümüne kadar takip eder onu:
“Başka bir rüya, önce ya da sonra. Yataktayım, yastığa kan tükürüyorum. Annem de var. “Ölüyorum” diyorum.”
Rüyalarını yazdıkça çıplaklaşır Burroughs. İş rüyaların romanını yazmaya geldiğince bu çıplaklaşma şiire yakınlaşır. Yazma eyleminin kendisini bir Ahmet Oktay şiirini andırır: “Ayrılık bilemem ne zaman gelir / Sen bir okul defteri getir bana / Çünkü yalnızca yazmak tesellidir / Çektiğimiz acıya dünyada

Rüyalardaki biz, gerçek biz değilizdir belki. Ama Burroughs bir parçamızı oraya bıraktığımızı öğretir eğitiminde. Bununla kalmaz, kendini o parçasıyla yeniden birleştirir. Sona yaklaşırken insanın bu dünyada çektiği acı, kavramların, kategorilerin içinden tarif edilmesi güç olan o acı, acı bir hayat dersi olarak dökülüverir:
“En derinden hissedilen yaşantı, sözcüklerle aktarılması en zor olanıdır. Onu hatırlamak boşluğu getirir, onarılmaz bir kaybı fark etmenin keskin acısını.

Penceremden bakınca, Ruski’nin mezarındaki mermer levhayı görüyorum... Ruski, benim ilk ve hep özel kalacak kedim, Doğu Kansas ormanlarından bir Rus Mavisi. O mezarı her gördüğümde, bir zamanlar bir şeyin olduğu, fakat artık olmadığı ve bir daha hiç olmayacağı o boşluk duygusunu yaşıyorum.”
Buradan çıkacak dersi, o en derinden hissedilen yaşantıyı anlatmak, sonuç çıkarma zor. Bu dersi Türkçeye çevirmek ancak Burroughs’la benzer bir rüya dilini paylaşan, “bağlamsız” gibi görünen ama bağlamı herhangi bir teorik yazından çok daha berrak, hayatı bir ovanın sınırsızlığı gibi süzebilen başka bir şiirle mümkün belki:
Saat beş nalburları pencerelerden
Madeni paralar gösteriyorlar,
Yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık,
Bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.
Hiç bir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” (Eşdeğeriyle Yan, Cemal Süreya)
 “Hayatta ne işimize yarayacak?” demeyin, Burroughs’un dersine girin. 


Mehmet Onur Doğan

1 yorum:

  1. Bu kitap her yerde karşıma çıkar oldu...sanırım alıp okumam gerektiğine dair bir işaret :)

    YanıtlaSil