12 Mart 2012 Pazartesi

Çadırdan kefenler, AVM'lerden mezar taşları

Dün gece İstanbul Esenyurt'ta 12. Cadde üzerindeki Marmara Park alışveriş merkezinin inşaat şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırlarda çıkan yangında 11 işçi hayatını kaybetti.

Aslında blogumuzda haber vermek adetimiz değil. Gel gör ki medya, olayı nasıl verirsek ekonomimiz açısından iyi olacak diye hesap-kitap yapmakla ve içinden çıkamamakla meşgul olacak ki, haberlerin yüzde 80'ini işgal eden şehrimiz İstanbul'da, "modern hayatın sembolü" AVM'lerin birinin inşaatında 11 insanın yanarak ölmesinde pek haber değeri görmedi! Tıpkı Adana'daki Gökdere Köprü Barajı inşaatında ölen işçilerin de pek gündem olmaması gibi. Haber olarak geçildiğinde ise AVM'yi inşa eden şirketlere değinilmiyor tabi ki, tıpkı Baraj katliamına (ya da "kazasına") değinilirken Sabancı Holding'in konu edilmemesi gibi. Ve olsa olsa yanmaları haber oluyor, oysa yarın içinde insanların gezip eğleneceği ve pek tabii ki tüketeceği modern yapıyı inşa eden işçilerin yangında ölmelerine yol açan şey kış ortasında çadırda kalmaları. Kendisi de o çadırlarda kalan vinç operatörü Abbas Mendi'nin dediği gibi, "Türkiye şartları hep böyle." Bu olay tabii ki konuşulacak, belki birkaç sorumlu da bulunacak, ama üzerinde pek durulmayacak yanı da bu. Oysa bütün AVM'ler ve vitrinlerindekiler aynı vahşi düzenin ürünü; aynı şartlarda pek çok inşaat ve atölye var. Esenyurt'ta bir "kaza" söz konusuysa, o da kanın gözümüze sıçraması. Biz ise sadece öleni konuşacağız ve ne yazık ki unutacağız. Çünkü, Paul Connerton'un Modernite Nasıl Unutturur'da anlattığı gibi AVM'lerin sembolü olduğu "Şeyleşme sürecinin tamamı bir unutma süreci," ve "gazeteler, belleği güçlendirmek bir yana bellek kaybına neden oluyorlar."

9 Mart 2012 Cuma

Modernite Cehennemi

"Filmi de var" ya da "kitabı da var" yaklaşımının dışında da kitaplarla film ya da diziler birlikte iyi gidebilir. Birlikte iyi gidecek bir kitap ve bir dizi önerelim: Modernite Nasıl Unutturur ve Hell On Wheels.

Paul Connerton kitabında modern yaşamın bir hastalığı olarak bellek yitimini, modern kapitalizmin neyi, neden ve nasıl unutturduğunu ilgi çekici örneklerle inceliyor. Hell on Wheels ise unutulmuş, daha doğrusu başka türlü ezberlenmiş bir tarih kesitini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Kuzey-Güney savaşının köleliği ortadan kaldırdığını ve demokrasi getirdiği masalını bir köşeye bırakıp, ülkenin dört baştan nasıl "demir ağlarla örüldüğünü" anlatıyor. 

"Hegel, gazetenin modern bir ritüel olarak işlev göreceğini öngörürken, Benjamin’e göre gazeteler, belleği güçlendirmek bir yana bellek kaybına neden olurlar." Connerton’ın Modernite Nasıl Unutturur adlı kitabında belleğimiz üzerindeki etkilerini incelediği şeylerden birisi anıtlar gibi semboller, bir diğeri ise yazılı ve görsel medya. Hell on Wheels dizisinin (ve ABD tarihinin) cevval burjuvası Thomas Durant’ın gazeteleri ve sembolleri kullanmak konusundaki tutumu ise şöyle:



8 Mart 2012 Perşembe

Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu'ndan*

"Bu toplumda hayat, en iyi halinde bile can sıkıntısından ibaret olduğundan ve toplumun hiçbir tarafı kadınlara uygun olmadığından; uygar-kafalı, sorumlu, heyecan arayan  dişilere,  hükümeti  yıkmak,  para  sistemini  bertaraf etmek, her alanda otomasyonu kurumlaştırmak ve eril cinsi yok etmekten başka çare kalmıyor.

Artık erillerin (hatta dişilerin) katkısı olmaksızın üremek ve yalnızca dişiler üretmek teknik olarak mümkün. Hemen bunu yapmaya başlamalıyız. Erilleri muhafaza etmemiz için üreme gibi müphem bir amaç bile yoktur. Eril, biyolojik bir kazadır: Y (eril) geni tamamlanmamı ş bir X (dişi) genidir yani tamamlanmamı ş bir kromozomlar serisidir. Başka bir deyişle eril eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş, ayaklı bir kürtaj. Eril olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir; erillik bir noksanlık hastalığı, eriller de duygusal sakatlardır.

6 Mart 2012 Salı

Modern hayatın başkenti: Paris*

Denir ki, Kötülük Çiçekleri modern şiire giden yolu açar. Paris Sıkıntısı modernliğin şiirini başlatır. Düzyazı şiirin önemli temsilcilerinden Baudelaire, geleneğin içinden geleceğe yürüyen bir sanatçıydı. "Yaşlı Soytarı", "Dul Kadınlar", "Kalabalıklar" başlıklı yazılarda kenti, "Parisli bir aylak" diye tarif ettiği şairin bakışıyla anlatır. Bir yayma çoğunluğu 1860'lı yıllarda yazılmış bu düzyazı şiirleri Baudelaire'in de resim eleştirilerinde övdüğü Meyers'in gravürleriyle kullanmak ister ama bu proje gerçekleşmez. O yazılardan birinde şair, ressamın Paris'ini anlatır: "Büyük bir kentin doğal saltanatının böylesine şiirsel tasvirine ender rastladım. Yığılmış taşların saltanattan, göğü parmakla gösteren çanlar, sanayinin dumanla işbirliğini gök kubbeye kusan dikili taşlar, mimarinin kati gövdesi üstüne çelişik bir güzellikte kendi gözenekli mimarilerini uygulayan onarım halindeki olağanüstü anıtlar topluluğu, öfkeyle ve öçle dolu, fokurdayan ve kaynaşan perspektiflerin dramla çoğaltılmış derinliği..."

1 Mart 2012 Perşembe

Mahalleden Yükselen Sesler

Dünyanın -ve elbette dünyalıların- büyük kısmının yaşamını ve akıbetini biçimlendiren koşulların çıkışsızlık dışında bir öneride bulunmadığını nicedir seziyorduk ya, yeni idrak dalgası, onlarca yıl sonra, yeniden kolektif şuurun kıyılarına vurmaya başladı. Öğrencilerin, türlü çeşit emekçinin, etnik ve cinsel azınlığın, yani her yolla şiddete maruz kalanların ve bu aileden olanların daha erken zuhur etmiş idraki, artık yaygınlaşıyor. Neoliberalizmin yükselişinden beridir gündelik politik alanın dışına itilmiş yaygın işgal ve isyan pratikleri, bulaşıcı coşkusuyla kurumları, sistemleri ve dahi cümle muktediri, yanıtlayamayacakları soruların renkli şarapnelleriyle delik deşik etmeye başladı. Elinde zulmün nesnesi olan hayatından ve vücudundan başka bir şey kalmamış insanların ateşiyle, büyük hakikat daha bir görünür hale geliyor. Beklenmedik kentlerin beklendik mahallelerindeki alevler, her bir yanda aynı durumda olan insanların galeyanına rehber oluyor. Paris'ten Londra'ya, kapitalizmin makyajının en kalın olduğu kentlerin boyası dökülmeye başladı. Atina sokakları, kadim bir isyan geleneğinin hareketiyle ısınıyor. Ortadoğu ülkelerinde de herkes, çoktandır olmaları gereken yerde: Sokakta!

Yayıncılık klişeleri: Arka kapaklar aslında ne demek istiyor?


Editörler, yayıncılar ve eleştirmenler bir kitabı tanıtırken "lirik", "kışkırtıcı" ya da "kendine has bir dili var" derken aslında ne demek istiyorlar? One-Minute Book Reviews isimli siteden Janice Harayda, sektörün içinden isimlerden twitter üzerinden yaygın yayıncı terimlerini deşifre etmelerini ve bu deşifrelerde #pubcode hashtagini kullanmalarını istemiş. İşte bazılarının cevapları:


"hikâye içine çekiyor": "çok iyi bardak altlığı olur" Don Linn, yayın danışmanı

"dili sade": "çok iddialı ifadeler yok" Mark Kohut, yazar ve danışman

"iyi eleştiriler alan": "pek satmıyor" Peter Ginna, yayıncı.

"çıkış kitabı": "Allah yardımcısı olsun" Larry Hughes, yayınevi yöneticisi

"her türlü kategorizasyona meydan okuyor": "Ne yaptığı hakkında yazarın bile hiçbir fikri yok." James Meader, yayınevi yöneticisi