8 Ekim 2012 Pazartesi

"Protestodan Direnişe" sunuş yazısı


Ulrike Marie Meinhof, sahip olduğu şöhreti reddetmesine rağmen, daha doğrusu tam da gazeteci-yazar olarak şöhretin getirdiklerini elinin tersiyle itmesi nedeniyle ölümünün üstünden 36 yıl geçtikten sonra bile Avrupa solunun en çok tanınan ve en tartışmalı isimlerinden biri. 1970 yılında yazarlığı bırakıp yeraltında mücadele verme kararını aldığından beri yaşamı ve hatta ölümüyle de Almanya'da egemenlerin kabusu.

Hafızalarımızda ölümsüzleşerek yirminci yüzyıldan arta kalan birkaç andan biri olan 1968 yılında, dört genç, Frankfurt'ta iki alışveriş merkezine yerleştirdikleri, gece yarısına ayarlı saatli bombalarla Vietnam'ı Federal Almanya'nın göbeğine, Batı Avrupa'nın finans merkezine “ithal ederler.”

6 Eylül 2012 Perşembe

David Harvey, İMC TV'de Hamza Aktan'ın sorularını yanıtlıyor.

Harvey, kapitalizmin karşılaştığı krizleri, ABD'den başlayıp dünyaya yayılan "işgal et" hareketi, solun etnik sorunlara yaklaşımı ve Türkiye'nin inşaat sektöründeki büyümesinin ne anlama geldiği üzerine yorumlarda bulunuyor.


Marksist düşünür David Harvey röportajı ile imctv

5 Temmuz 2012 Perşembe

Bir kararımız bile yok ama iki raporumuz var

Yumuşak Makine dava dosyasında yer alan raporun değerlendirme bölümünde "İnsanın bayağı, adi, zayıf yönlerinin işlenmesinin okuyucu üzerinde suça izin verici tavırları geliştireceği" gibi ilginç iddiaların yanı sıra, "bir konu bütünlüğü olmadığı, gelişigüzel kaleme alınarak anlatım bütünlüğüne de riayet edilmediği, genelde argo ve amiyane tabirlerle kopuk anlatım tarzının benimsendiği" gibi enteresan bir "edebiyat eleştirisi" dava için gerekçe olarak sunulmuştu.

Bugünkü duruşmaya gelen bilirkişi raporunun değerlendirme kısmı ise Burroughs ve kitaba ilişkin gerçek bir fikir veriyor. Bilindiği üzere raporun kitabın edebi eser olduğu yönündeki yargısı, taze çıkan "bir daha yapmayın" yasası yüzünden, beraat etmemize yaramadı. Mahkemelere bir eserin edebi olup olmadığını kanıtlamak her halükarda anlamsız olsa da iki raporu karşılaştırmak ilginç.

İki rapor arasındaki farkları bulunuz:

5 Haziran 2012 Salı

Modern şehir Auschwitz: Toplama kampı olarak gündelik hayat

Henri Lefebvre'nin Gündelik Hayatın Eleştirisi'nin birinci cildinden:

Almanya'daki toplama kampları üzerine ilk belgeler geldiğinde sert bir dehşeti gösterdiler: İnsan yakma kazanları, deli bakışlı canlı cenazeler, kemiklikler, devasa ceset yığınları. Röportajlar, fotoğraflar, sonra da filmler, bütün “nesnel” -ama toplama kampı dünyasının dışındaki- tanıklıklar bu ilk izlenimi güçlendirdi: Bizim deneyimimizin dışındaki, Batı uygarlığının ve bütün uygarlıkların dışındaki canavarlıklar ortadaydı.

O zamandan beri, hayatta kalanlar geri döndüler. İçlerinden bazıları gördüklerini ve hissettiklerini anlatmaya çabaladı. Zihinleri en berrak olanlar anılarını biraraya getirmekte, bir ipucu bulmakta, deneyimlerine belli bir birlik vermekte hissettikleri aşırı güçlüğü fark ettiler. Fiziksel tükeniş anılarını azalttı; ıstıraplar duyarlılıklarını köreltti; dehşete alıştıkça, dehşet onlar için sıradanlaştı.


 
Bilinçli tanıklar soruyu sormaktadır: “Neden?” Tatmin edici bir cevap bulamamaktadırlar. Toplama kampları yok etme kampları mıydı? Ama mahkûmları kitlesel olarak kurşuna dizmek daha basitti. Çalışma kampları mıydı? Ama iş verimliliği gülünç düzeydeydi... Öyle ki bu biricik deneyimin, bu savaşın en tuhaf, en devasa deneyiminin (çünkü 20-25 milyon kişi kamplara sürülmüştü) anlamı henüz açığa çıkmamış gibidir.


11 Mayıs 2012 Cuma

"Su yasaklanabilir ama susuzluk asla"

10 Şubat 2010 tarihinde Kağıthane’de boynunda poşuyla yürürken gözaltına alınan ve 25 ay tutuklu kaldıktan sonra geçen celse tahliye edilen Cihan Kırmızıgül'e toplam 11 yıl 3 ay hapis cezası verildi.

10 Şubat 2010'da o bölgede bir markete molotof atılmış, 22 yaşındaki Cihan Kırmızıgül de zanlı olarak gözaltına alınmış, ardından ise tutuklanmıştı. Gözaltına alındığında tutanak tutan polisler davada ifade verirken molotof atan kişinin Cihan olup olmadığından emin olmadıklarını söylediler. Gizli bir tanık da 3. duruşmada olay sırasında gördüğü şahsın o olmadığını belirtti. Boynundaki poşudan başka hiçbir delil olmadan 25 ay tutuklu kalan Kırmızıgül, davanın geçen celsesinde tahliye edilmişti. Savcı Kırmızıgül'e 45 yıl hapis istemişti.

***
Eduardo Galeano'nun Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri'nden: 

Sistem

Makine gençlerin izini sürüyor: Onları içeri tıkıyor, onlara işkence yapıyor, onları öldürüyor. Gençler onun iktidarsızlığının canlı kanıtları. Onları kovuyor: Onları insan eti ve ucuz kol gücü olarak yurtdışına satıyor. Kısır makine, büyüyen ve hareket eden her şeyden nefret ediyor. Tek yapabildiği hapishanelerin ve mezarlıkların sayısını arttırmak. Mahpuslardan ve cesetlerden, muhbirlerden ve polislerden, dilencilerden ve sürgünlerden başka bir şey üretemiyor.
Genç olmak bir suç. Gerçeklik her gün, şafak vakti bu suçu işliyor; tıpkı her sabah yeniden doğan tarihin yaptığı gibi.
İşte bu yüzden gerçeklik ve tarih yasak.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Dünya halkları, hepiniz zehirlendiniz!

Aşağıdaki videolar Burroughs'un Nova Ekspresi'nden pasajlar eşliğinde Andre Perkowski tarafından yapılmış bir film çalışmasından. Nova Ekspresi'nin ilk sayfalarında, "Nova Tertibini" ifşa etmeye girişen Burroughs şöyle sesleniyordu: "Dünya halkları, hepiniz zehirlendiniz." 


Zehirlenme benzetmesi, aslında modern edebiyatta, özellikle romanlarda sıklıkla görebileceğiniz bir şeye dayanıyor: Bireyin kendi yaşam deneyimi ile toplumsal hayatın ya da tarihin akışının çakışmasına. Burroughs için kendi yaşadığı uyuşturucu deneyimi, tüm toplumun damardan değilse de gözlerden, kulaklardan alınan uyuşturuculara bağımlılığından bağımsız ya da farklı değildir. Nova Ekspresi bu bağımlılıklardan kurtulmaya yapılan bir çağrıdır. (Sanıldığının aksine Burroughs, ölene kadar bağımlılığını sürdürmüş biri değildir, kitapta da bolca adı geçen ve bir metafor olarak da kullanılan apomorfin, henüz 60'ların sonunda bağımlılık tedavisi için kullandığı bir ilaçtır. Ona göre tüm toplumun apomorfine ihtiyacı vardır.) Derdi "bağımlı" ve bu nedenle kontrol altındaki insanlardır. İfşa ettiği "Nova Çetesi" suçluları, toplum, devlet ve kültürü temsil eder. Burroughs için en güçlü denetim aygıtı da "Bilinçaltı Çocuk" dediği kültür, belki de daha doğrusu popüler kültürdür. 

12 Mart 2012 Pazartesi

Çadırdan kefenler, AVM'lerden mezar taşları

Dün gece İstanbul Esenyurt'ta 12. Cadde üzerindeki Marmara Park alışveriş merkezinin inşaat şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırlarda çıkan yangında 11 işçi hayatını kaybetti.

Aslında blogumuzda haber vermek adetimiz değil. Gel gör ki medya, olayı nasıl verirsek ekonomimiz açısından iyi olacak diye hesap-kitap yapmakla ve içinden çıkamamakla meşgul olacak ki, haberlerin yüzde 80'ini işgal eden şehrimiz İstanbul'da, "modern hayatın sembolü" AVM'lerin birinin inşaatında 11 insanın yanarak ölmesinde pek haber değeri görmedi! Tıpkı Adana'daki Gökdere Köprü Barajı inşaatında ölen işçilerin de pek gündem olmaması gibi. Haber olarak geçildiğinde ise AVM'yi inşa eden şirketlere değinilmiyor tabi ki, tıpkı Baraj katliamına (ya da "kazasına") değinilirken Sabancı Holding'in konu edilmemesi gibi. Ve olsa olsa yanmaları haber oluyor, oysa yarın içinde insanların gezip eğleneceği ve pek tabii ki tüketeceği modern yapıyı inşa eden işçilerin yangında ölmelerine yol açan şey kış ortasında çadırda kalmaları. Kendisi de o çadırlarda kalan vinç operatörü Abbas Mendi'nin dediği gibi, "Türkiye şartları hep böyle." Bu olay tabii ki konuşulacak, belki birkaç sorumlu da bulunacak, ama üzerinde pek durulmayacak yanı da bu. Oysa bütün AVM'ler ve vitrinlerindekiler aynı vahşi düzenin ürünü; aynı şartlarda pek çok inşaat ve atölye var. Esenyurt'ta bir "kaza" söz konusuysa, o da kanın gözümüze sıçraması. Biz ise sadece öleni konuşacağız ve ne yazık ki unutacağız. Çünkü, Paul Connerton'un Modernite Nasıl Unutturur'da anlattığı gibi AVM'lerin sembolü olduğu "Şeyleşme sürecinin tamamı bir unutma süreci," ve "gazeteler, belleği güçlendirmek bir yana bellek kaybına neden oluyorlar."

9 Mart 2012 Cuma

Modernite Cehennemi

"Filmi de var" ya da "kitabı da var" yaklaşımının dışında da kitaplarla film ya da diziler birlikte iyi gidebilir. Birlikte iyi gidecek bir kitap ve bir dizi önerelim: Modernite Nasıl Unutturur ve Hell On Wheels.

Paul Connerton kitabında modern yaşamın bir hastalığı olarak bellek yitimini, modern kapitalizmin neyi, neden ve nasıl unutturduğunu ilgi çekici örneklerle inceliyor. Hell on Wheels ise unutulmuş, daha doğrusu başka türlü ezberlenmiş bir tarih kesitini çarpıcı bir biçimde anlatıyor. Kuzey-Güney savaşının köleliği ortadan kaldırdığını ve demokrasi getirdiği masalını bir köşeye bırakıp, ülkenin dört baştan nasıl "demir ağlarla örüldüğünü" anlatıyor. 

"Hegel, gazetenin modern bir ritüel olarak işlev göreceğini öngörürken, Benjamin’e göre gazeteler, belleği güçlendirmek bir yana bellek kaybına neden olurlar." Connerton’ın Modernite Nasıl Unutturur adlı kitabında belleğimiz üzerindeki etkilerini incelediği şeylerden birisi anıtlar gibi semboller, bir diğeri ise yazılı ve görsel medya. Hell on Wheels dizisinin (ve ABD tarihinin) cevval burjuvası Thomas Durant’ın gazeteleri ve sembolleri kullanmak konusundaki tutumu ise şöyle:



8 Mart 2012 Perşembe

Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu'ndan*

"Bu toplumda hayat, en iyi halinde bile can sıkıntısından ibaret olduğundan ve toplumun hiçbir tarafı kadınlara uygun olmadığından; uygar-kafalı, sorumlu, heyecan arayan  dişilere,  hükümeti  yıkmak,  para  sistemini  bertaraf etmek, her alanda otomasyonu kurumlaştırmak ve eril cinsi yok etmekten başka çare kalmıyor.

Artık erillerin (hatta dişilerin) katkısı olmaksızın üremek ve yalnızca dişiler üretmek teknik olarak mümkün. Hemen bunu yapmaya başlamalıyız. Erilleri muhafaza etmemiz için üreme gibi müphem bir amaç bile yoktur. Eril, biyolojik bir kazadır: Y (eril) geni tamamlanmamı ş bir X (dişi) genidir yani tamamlanmamı ş bir kromozomlar serisidir. Başka bir deyişle eril eksik bir dişidir, daha gen aşamasında yaşamına son verilmiş, ayaklı bir kürtaj. Eril olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir; erillik bir noksanlık hastalığı, eriller de duygusal sakatlardır.

6 Mart 2012 Salı

Modern hayatın başkenti: Paris*

Denir ki, Kötülük Çiçekleri modern şiire giden yolu açar. Paris Sıkıntısı modernliğin şiirini başlatır. Düzyazı şiirin önemli temsilcilerinden Baudelaire, geleneğin içinden geleceğe yürüyen bir sanatçıydı. "Yaşlı Soytarı", "Dul Kadınlar", "Kalabalıklar" başlıklı yazılarda kenti, "Parisli bir aylak" diye tarif ettiği şairin bakışıyla anlatır. Bir yayma çoğunluğu 1860'lı yıllarda yazılmış bu düzyazı şiirleri Baudelaire'in de resim eleştirilerinde övdüğü Meyers'in gravürleriyle kullanmak ister ama bu proje gerçekleşmez. O yazılardan birinde şair, ressamın Paris'ini anlatır: "Büyük bir kentin doğal saltanatının böylesine şiirsel tasvirine ender rastladım. Yığılmış taşların saltanattan, göğü parmakla gösteren çanlar, sanayinin dumanla işbirliğini gök kubbeye kusan dikili taşlar, mimarinin kati gövdesi üstüne çelişik bir güzellikte kendi gözenekli mimarilerini uygulayan onarım halindeki olağanüstü anıtlar topluluğu, öfkeyle ve öçle dolu, fokurdayan ve kaynaşan perspektiflerin dramla çoğaltılmış derinliği..."

1 Mart 2012 Perşembe

Mahalleden Yükselen Sesler

Dünyanın -ve elbette dünyalıların- büyük kısmının yaşamını ve akıbetini biçimlendiren koşulların çıkışsızlık dışında bir öneride bulunmadığını nicedir seziyorduk ya, yeni idrak dalgası, onlarca yıl sonra, yeniden kolektif şuurun kıyılarına vurmaya başladı. Öğrencilerin, türlü çeşit emekçinin, etnik ve cinsel azınlığın, yani her yolla şiddete maruz kalanların ve bu aileden olanların daha erken zuhur etmiş idraki, artık yaygınlaşıyor. Neoliberalizmin yükselişinden beridir gündelik politik alanın dışına itilmiş yaygın işgal ve isyan pratikleri, bulaşıcı coşkusuyla kurumları, sistemleri ve dahi cümle muktediri, yanıtlayamayacakları soruların renkli şarapnelleriyle delik deşik etmeye başladı. Elinde zulmün nesnesi olan hayatından ve vücudundan başka bir şey kalmamış insanların ateşiyle, büyük hakikat daha bir görünür hale geliyor. Beklenmedik kentlerin beklendik mahallelerindeki alevler, her bir yanda aynı durumda olan insanların galeyanına rehber oluyor. Paris'ten Londra'ya, kapitalizmin makyajının en kalın olduğu kentlerin boyası dökülmeye başladı. Atina sokakları, kadim bir isyan geleneğinin hareketiyle ısınıyor. Ortadoğu ülkelerinde de herkes, çoktandır olmaları gereken yerde: Sokakta!

Yayıncılık klişeleri: Arka kapaklar aslında ne demek istiyor?


Editörler, yayıncılar ve eleştirmenler bir kitabı tanıtırken "lirik", "kışkırtıcı" ya da "kendine has bir dili var" derken aslında ne demek istiyorlar? One-Minute Book Reviews isimli siteden Janice Harayda, sektörün içinden isimlerden twitter üzerinden yaygın yayıncı terimlerini deşifre etmelerini ve bu deşifrelerde #pubcode hashtagini kullanmalarını istemiş. İşte bazılarının cevapları:


"hikâye içine çekiyor": "çok iyi bardak altlığı olur" Don Linn, yayın danışmanı

"dili sade": "çok iddialı ifadeler yok" Mark Kohut, yazar ve danışman

"iyi eleştiriler alan": "pek satmıyor" Peter Ginna, yayıncı.

"çıkış kitabı": "Allah yardımcısı olsun" Larry Hughes, yayınevi yöneticisi

"her türlü kategorizasyona meydan okuyor": "Ne yaptığı hakkında yazarın bile hiçbir fikri yok." James Meader, yayınevi yöneticisi

29 Şubat 2012 Çarşamba

Ünlü yorumcu geçtiğimiz ay yayınladığımız "Yaklaşan İsyan" kitabını değerlendirdi: Aman dikkat!

Ne Radikal Kitap ne Sabit Fikir ne de diğerleri, kitap tanıtımı böyle olur! ABD'nin meşhur muhafazakar, cumhuriyetçi, ateşli ve "telaşlı" yorumcusu Glenn Beck, Yaklaşan İsyan kitabını ta Amerika'dan sizler için değerlendiriyor, tehlikelerini bir bir anlatıyor.

24 Şubat 2012 Cuma

Çeviri odaklı felsefe okumaları atölyesi

ÇEVBİR
(Çevirmenler Meslek Birliği)
ÇEVİRİ ODAKLI FELSEFE OKUMALARI ATÖLYESİ
Bahar 2012
Moderatörler: Bahadır Turan - Mehmet Onur Doğan

Çevbir'in meslek içi eğitimleri kapsamında düzenlenen çeviri odaklı felsefe okumaları atölyesinin temel amacı, sosyal ve beşeri bilim metinlerinin, özelde felsefe metinlerinin çevirisinde karşılaşılan belli başlı güçlükleri görünür kılmak, bu güçlüklerin üstesinden gelmek için kullanılabilecek stratejileri incelemektir. Bu doğrultuda, kavramların dilden dile nasıl aktarıldığının ve felsefe çevirilerinde farklı yaklaşımların yanı sıra, ağırlıklı olarak 19. ve 20. yy felsefeleri ve felsefecileri üzerinde durulacaktır. Oturumlar belli birtakım çeviri metinlerin ve birlikte yapacağımız çevirilerin incelenmesi, karşılaştırılması şeklinde geçecektir. Bu minvalde, okuma ve çeviri ödevleri olacaktır.

17 Mart’ta başlayıp on hafta sürecek olan çeviri odaklı felsefe okumaları atölyesinde, katılımcılara bir felsefe metnini en doğru şekilde Türkçeye aktarmaları için gerekli asgari hassasiyetin kazandırılması amaçlanmaktadır. 

9 Şubat 2012 Perşembe

Görev bilinci ile sınanan vicdan ve ölümcül bir 'deney'

1971 yılında Stanford Üniversitesi'nde psikolog olan Philip G. Zimbardo ve ekibi, başarısızlığına rağmen en bilinen sosyal psikoloji deneylerinden birine girişti. Stanford Deneyi ya da Zimbardo Deneyi olarak anılan bu deneyin amacı basitti: hapishanelerin ve gardiyan ya da mahkum olmanın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini ölçmek. 24 öğrenci gardiyan ve mahkum rolleriyle üniversitenin psikoloji laboratuarının alt katında hazırlanan hapishane simulasyonuna yerleştirirler. Araştırmacılar mahkum rolünü oynayanların gardiyan rolünü oynayan öğrencilerin duygularını farketmemesi için gözlükler dağıtılmasına kadar her ayrıntıyı dikkat ettiklerini düşünmektedirler ancak 'deney' hiç ummadıkları şekilde kontrolden çıkar. Mahkumlar mahkum, gardiyanlar ise gardiyan rollerini hızla benimser. Birçok mahkum psikolojik travma yaşarken, gardiyanların üçte biri daha sonra "gerçek" sadistik eğilim sergilemekten yargılanır. Kendisi dahil herkesin rollerine fazla kaptırdığına kanaat getiren Profesör Zimbardo, deneyi 6. gününde sonlandırır.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Zavallılar ve özgür bir "canavar"

Bir fanusta karar verecek kadar olgunlaştırılmış, ama dışarıdan hiçbir dayatmayı ezberine almamış bir beyin ürettiğinizi düşünün. Hiç kirlenmemiş, gazete manşetlerine, dayatılmış ahlak kurallarına, toplumsal korkulara maruz kalmamış bu gencecik beyni alın ve ona dünyayı gösterin. Acı çekenleri, zenginlik içinde yaşayanları, kadınları, erkekleri, çocukları, zulmedenleri, ezilenleri, ezenleri, mülkiyeti, baskıyı, özgürlüğü gösterin ona. Dünyanın bütün köşelerinden birer sahne gösterin yalnızca, hiçbir şey demeden. Ve sonra bırakın o karar versin kimden yana olacağına, kimi koruyacağına, nerede saf tutacağına.


Hepimiz bunun cevabını merak ediyoruz aslında içten içe. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, aklımızın içindeki her düşünce, en ufak düşünceler bile anılarla sarılmış, başkalarından duyduklarımızla şekillenmiş, yani her şey öğretilmiş… “Özgür irade yoktur” da denilebilir tüm bunlardan yola çıkıp daha popüler bir ifade kullanmak isteyecek olursak. Peki ya gerçekten özgür irade olsaydı, ya gerçekten özgür irademizle bir seçim yapmak mümkün olsaydı?

7 Şubat 2012 Salı

Rüyaların bilgeliği hayatta ne işimize yarar hocam?

“Rüyalar anlatıldığında niçin genellikle böyle sıkıcı gelir diye yıllardır düşünürdüm ve bu sabah yanıtını buldum; çok basit, zaten bildiğiniz yanıtlar gibi: Bağlamı yok... Bir bankanın zeminine konan doldurulmuş bir hayvan gibi.”

Böyle diyor Burroughs “Benim Eğitimim - Bir Rüyalar Kitabı” isimli son eserinde. Rüyaların bir bağlamı yok mu gerçekten? Oysa bir bankanın zeminine tarafımızdan konmuş doldurulmuş bir hayvanın duygusal-düşünsel bir bağlamı kuşkusuz vardır. Bunu bir banka memuru görmüşse başka, bir kredi mağduru görmüşse başka, bir avcı görmüşse başka bir bağlamı vardır üstelik. Her ne kadar rüyalara “bilinçsizlik” atfederek işin içinden sıyrılsak da rüyalarımızın Freud’un ya da dini rüya tabirlerinin atfettiğinden daha fazla bağlamı var.

Rüyaların hayatla bağlamını ayıran YARIK (Burroughs gibi biz de büyük yazalım), rüyalardan çekip alınan bilincin kendisiyle “gerçek hayat” arasında başlıyor. Bilinç, yalnızca “akıl” değil, duygu-düşünce bütünlüğüdür. Oysa “gerçek hayat”ta bu ikisi pekala birbirinden ayrılır. Duygularınız başka, düşünceleriniz başkadır. Aşk başka, iş başka. Dostluk başka, ticaret başka. Her birimizin “aktör” ya da “oyuncu” olduğu yerde, “rollerimiz” olduğu yerde, eylemlerimiz kendimize ait değildir ki bilincimiz kendimizin kalsın, duygu-düşünce bütünlüğünü, kendi bütünlüğümüzü koruyalım. Türkçede bu dilimize de vurur. Pek çok dilde aynı kelimeyle karşılanan “vicdan” ve “bilinç” ayrılıverir. Her şeye vicdanıyla bakanlar çıkar, vicdanla hiçbir şey çözülmez diyenler çıkar sonra. Tartışmayı başka bir dile aktarmaya kalksanız epey uğraşmanız gerekir.