30 Haziran 2011 Perşembe

Şirinler, Beat Kuşağı ve ergen dilli yeni muhalefet



“İstanbul'a gitme! Daha önce oraya gidenlerden de duymuştum bunu: Hiçülke... Pahalı, aşırı bir polis gözetimi - yabancılardan hoşlanmıyorlar, her şey için bir iznin olması gerekiyor.” 1957 yılında Ginsberg’e böyle anlatıyor Burroughs Hiçülke’yi. Bir de 1958 yılında çizilen Şirinler’in “komünist” olduğu iddia edilen şirin kasabası var. Bugünlerde ise herkes gibi gençliğimizi de bir Gargamel tedirginliği sardı…


*
Popüler kültürün içerik silici, özgünlük düşmanı unsurlarından biri şehir efsaneleridir. Bütün dinlerin, devletlerin ve pazarlama birimlerinin yaptığını yapıp idoller üretir. Siyasi, tarihi ya da kültürel; gerçekliğin bir yönünü alıp onu efsaneler içinde eriterek, kendi gerçekliğimize bizi yabancılaştırır. Kavramların altını boşaltır. İnsanların yerini tanrısılar, olayların yerini efsaneler alır. (Altını kazıdığınızda insanlığın o günkü fiziki ve zihinsel durumunun bir tablosunu bulabileceğiniz mitolojik anlatılarla şehir efsaneleri tamamen ters yönde işlerler. Ama bu başka bir konu.) Bu biraz kendiliğinden bir mekanizmadır, birileri perde arkasında kötü kahkahalar atarak yazmaz bu hikayeleri, büyük insanlar, mesihler, kutsal değerler ve nicesiyle eğitilmiş ortak akılsızlığımızın, ulusal ya da evrensel önyargı ve ezberlerimizin ortak ürünleridir bunlar. Kasten yapılanı da vardır kuşkusuz; Odatv’nin bir bürokratın dedikodu niteliğinde anılarına dayanarak yaydığı Che’nin sırt çantasından Nutuk çıkması, Fidel’in Türk gençliğine Nutuk okumayı önermesi hikayesi gibi. Benim bu şehir efsaneleri içinde en manidar bulduklarımdan biri, çoğunlukla şaka yollu yapılıyor görünenlerden biridir: “Şirinler komünistmiş.

Bir bakalım: Devlet “baba”dır, her şeyi bilir; toplum erkektir, kadın ise korunası, tek örnek bir çiçek; gözlüklü aydın geveze, işe yaramaz, yanıltıcıdır; sanatçı da bencil ve kendini beğenmiş. Bununla da bitmez, katı bir işbölümü sürer şirinlerimizin arasında. Sıfatlar isimlere dönüşür; bu isimler bireylerin özelliği haline gelmiş bu katı işbölümü ve rollere dayanır. Hepsinin derisinin rengi aynı ve dış dünyaya kapalıdırlar. Biz ise ancak uslu bir çocuk olursak görebiliriz şirinleri! Şirinler biraz 20. Yüzyılın bir döneminin muhafazakar modernist kapitalizmine, biraz da ister bizimki gibi olsun, ister sosyalizm ya da halk demokrasisi başlığı altında olsun kapitalizme sonradan katılmış devletlerinin kendini anlatma biçimine benzer.

1958 yılında çocukluğunu iki dünya savaşı arasında geçirmiş Belçikalı Peyo’nun ilk kez 30 yaşında çizdiği Şirinler’i, o zamanın dünyası içinde anlamak gerekir: Her iki ucunda da reklam ya da propaganda afişlerini benzer mutlu yüzlere sahip prototiplerin işgal ettiği, çalışkanlığın, toplumsal rollerden ibaret bireysel varoluşun, toplumun “ortak” değerlerinin, üretkenliğin kutsandığı Soğuk Savaş dünyası içinde. O yıllarda Şirinler, dünyanın her yerinde hakikaten de “şirin” ve masum olandır. Daha sonra oğlunun açıklayacağı gibi, Peyo’nun “politikayla hiç ilgisi yoktur.” Peyo, 18 ve 19. yüzyılların devrimci modernizminin çok uzakta kaldığı, 20. Yüzyılın başının siyasal öncüleri ve kültürel avangartlarının iki dünya savaşı ile unutulduğu bir dünyada, 68 Paris’ine 10 yıl ve yüzlerce kilometre mesafede çizmiştir Şirinler’i.

Yaramaz çocuklar masalları terk ediyor

Peyo uslu çocuklara masallar anlatadururken, yalnızca Batı kapitalizminin Hollywood filmlerinde çizilen sıkıcı burjuva aile yaşamı değil, aynı zamanda bu yaşama alternatifmiş gibi duran devlet kapitalisti rejimlerin boğucu totaliter havasının, feshedilmiş bir enternasyonalin artığı bürokratik komünist partilerin ve devleti kutsayan Keynesyen sosyalist partilerin yarattığı hayal kırıklığı ve iki dünya savaşının yıkımı da masalların inandırıcılığını yok ediyordu. Dünya savaşı öncesi kriz, dünya savaşı, savaş sonrası inşa… “En yüce değer” ister “emek” olsun ister “girişimcilik” olsun, “ekonomik kalkınmanın” kutsandığı her iki kutupta da öne çıkan kavram disiplindi, ve disiplin sevmeyen yaramaz çocuklar ortaya çıkmaya başlamıştı:

Kasvetli kriz döneminin kötü kolektif koşulları sırasında doğmuş, küresel bir savaşın kolektif kök söktürücülüğü esnasında sütten kesilmiş olduklarından, kolektif bakış açısına güvenmezlerdi. Onların çocukluk hayalleri Münih'in karanlık ışıklarında, Nazi-Sovyet paktında ve karartmalarda ikamet ediyordu. Ergenlikleri milli savunma tahvilleri, gece mesaileri ve askeri kıta intikallerinin tepetaklak dünyasında harcanmıştı. Bağımsız zihinlerini gece yarısından sonra vardıkları ve şafağa yaklaşırken ayrıldıkları kıyı mevziilerinde ve meyhanelerde geliştirmişlerdi.

Onlara kalan barış ve huzur sadece bir sonraki gazete manşeti kadar güvenliydi. Soğuk barış dönemiydi. Özgürlüğe karşı olan tutkuları ve (savaşın uyumlulaştırdığı gibi) öldüren bir tempo ile yaşayabilme yetenekleri; karaborsa, caz müziği, uyuşturucular, rastgele cinsellik, işportacılık ve Jean-Paul Sartre’a yönlendirdi. ‘Beat’lik daha sonra belirdi.

İçlerinden ancak en ümitsizleri, kendi gerçekliklerini kâbus olarak adlandıracak ve gerçekten de bir şeylerini kaybettiklerini dile getirecektir: Geleceklerini. Bir gelecek hayal edebilecekleri kadar büyüdüklerinden beri, bu gelecek zaten tehlikedeydi.

Onlar bu harabede yetiştirildiler ve artık onu fark etmiyorlar. Onlar artık bir şeyleri hayal etmek için değil, “dibe vurmak” ve “uçmak” için içiyorlar. Onların uyuşturucuya ya da rastgele cinselliğe eğilimleri hayal kırıklığından ötürü değil sadece meraktan kaynaklanıyor.

Uzun alıntı “İşte Beat Kuşağı” isimli makaleden. 1962 yılında, Soğuk Savaş’ın bir ucunda, The New York Times Magazine’de John Clellon Holmes tarafından yazılmış bu makale, tam 50 yıl sonra Türkiye’de o kuşağın en önemli yazarlarından biri olan Burroughs’un Yumuşak Makine adlı kitabına açılan dava üzerine Altıkırkbeş ve Sel Yayıncılık tarafından ortak olarak yayınlanan Beat Kuşağı Antolojisi’nin ilk makalesi. Kitap benim ilgimi, açıkçası hiçbir zaman büyük bir hayranı olmadığım Beat Kuşağı edebiyatçıları üzerine yazılanlar ve onlardan örnekler ya da Muzır Kurul’un protestosu nedeniyle değil, daha çok bu giriş makalelerinde çizilen atmosferin bugünün Türkiye’si konusundaki esinledikleri nedeniyle çekti.

O kuşak üzerine söylenenler, bir parça günümüz gençliğinden esintiler içermiyor muydu? Dahası, Beat’in içinde büyüdüğü McCarthy Amerika’sı ile bugünün Türkiye’si arasında paralellikler kurmak mümkün değil mi?

1954–55 kışında Amerika; ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan bir geçiş dönemi içindeydi. Bir yaşam tarzı ve mevcut atmosfer (Viktoryacılık ve de Edwardcılık gibi) yerini bir başkasına bırakıyordu. Kömür ve demirin mekanik sömürüsüne dayanan endüstri çağı artık yerini elektronik, bilgisayar ve otomasyona -bu kadar temel bir devrimin gerektirdiği tüm sosyal ve entelektüel değişimlere- bırakıyordu. Ancak henüz çok az insan neler olduğunu anlayabilmişti.

Kore Savaşının bitimi sonrasındaki zaman diliminde Amerika, küçük çapta bir ekonomik depresyonun içine sürüklenmişti. Bu savaş, teknolojide niteliksel bir ileri sıçramayı ve bunla beraber diğer tüm etmenlerden geri kalmayı temsil ediyordu. Ancak moral bozukluğu çok daha basit bir nedenden kaynaklanıyordu. Böylesi bir savaşı her 25 senede ancak bir defa gerçekleştirebilirsiniz. McCarthycilik yıllarında akademik ve entelektüel kurumlar -sol, sağ ya da merkez- sarsılmış, yıldırılmış ve itibar kaybetmişlerdi.

Kuşaklar arasındaki iletişim kopmuştu. Önceki kuşaktan yalnızca hala başkaldırmaya devam edenlere saygı duyuluyor, sözleri dinleniyor ve sorgulanıyordu. Tıpkı ordunun Kore’de yaşanan hemen hemen toptan moral çöküşü fark etmesinin yıllar sürmesi gibi, yaşlı entelektüeller de altlarında bir volkanın patlamaya hazırlandığını farkında değillerdi.

McCarthyciliğin kendisi eski bir Amerikan sentezinin çöküşünün ifadesiydi. McCarthy’nin küçük bir Wisconsin şehrinden geldiği; Wall Street’e, New York ve New England’ın siyasal ve kültürel düzenine, ayrımcı, küstah orta sınıfa olan güvensizliği; eski tarımsal halkçılığın en uzlaşmaz sözcüsü olduğu sıklıkla belirtiliyordu. Orta Batı’nın küçük çiftlik sahiplerinin, bağımsız küçük kasaba tüccarları ve taşra bankerlerinin borca batmış toplumunun ekonomik gücüne sığınma şansı yoktu, o konuda tüm kapılar kapalı ve sonsuza dek kilitliydi. McCarthycilik, acizlik içinde kendini yiyip bitirmenin son dışavurumuydu.
İkinci Dünya Savaşını sadece çocuk olarak görmüş bir kuşak yetişiyordu. O savaştan kalan umutların ya da sözlerin hiçbirinin farkında değillerdi. Rusya’nın da Birleşik Devletler’in de “Bomba”sı vardı. Dünyayı aralarında bölüşmek ve bütün ulusları uçak gemisi ve ordu karargâhı haline getirmek için didiniyorlardı.
Kore Savaşı kanlı bir açmaz ve toptan bir moral bozukluğuyla sona ermişti. McCarthy, gücünün doruk noktasındayken -birkaç istisna hariç- Amerika’nın entelektüel ve manevi liderleri -eğer onu desteklemiyorlarsa- meydan okumaktan kaçıyorlardı. Akademik cemiyetlerin hepsi düzinelerce yerel cadı avı ve devletçe desteklenen soruşturma komisyonları tarafından bezdirilmiş ve yıldırılmıştı. McCarthycilik; gençlere, yaşlıların ahlaki çöküntüsünü başka herhangi bir şeyden çok daha fazla gösteriyordu. Üniversite profesörleri, derslerini “yorum yok” tepkisiyle dinleyen, sessiz bir kuşakla yüz yüze olduklarından şikâyetçiydiler. Kamusal hayattaki nihilizm, genç entelektüeller arasındaki nihilizm biçiminde yansıtıldı. Esasında pek çok üyesi eski komünistler olan entelektüel kurumlar büyük ölçüde McCarthy’yi desteklediler. Tepkide nihilizm otoritede nihilizmden ürüyordu. Tıpkı 19. yüzyıl Rusya’sında olduğu gibi.

Cımbızlama romantizm ve okul müdürünü sevmeyen ergen

Evet, bugün gençliğimizin de en çok tartıştığı konular McCarthy dönemini andıran ahlakçılık, cadı avları, sansür ve yasaklar. İnternet yasakları üzerine pek sık rastlamadığımız türden bir kendiliğinden kitlesel eyleme tanık olalı da çok olmadı. Ancak yukarıda alıntıladığım makalelerin, daha doğrusu o makalelerden “cımbızladığım” bölümlerin kurduğu atmosfer ile bugünkü politik ortamımız arasında yapılacak benzetmeler, gerçekliği olmayan bir romantizmden öte değil.

Öncelikle AKP iktidarının McCarthyciliği bütünüyle tersinden bir McCarthycilik. McCarthy’nin ipini orduya yönelik saldırısı çeker. “Komünizmle mücadele” içinde ya da eşcinseller gibi ‘marjinal’ kesimlerin bastırılması esnasında göz yumulan McCarthy yöntemleri, generalleri hedef aldığı vakit statükonun yılmaz savunucusu senatör hakkında bir dizi skandal gün ışığına çıkıverir. McCarthy dönemi son bulur ancak McCarthycilik iki partili diktatörlüğün içsel bir unsuru olarak yaşamaya devam eder. Zaten makalede yukarıdaki cımbızlamayı yaparken atladığım bir tasviri de daha çok, McCarthy gibi hiç “başkan” seçilmemiş, bolca mahkeme kapısı çalmış ve skandalla gitmiş başkalarına benzer:

“McCarthycilik sloganlarının çoğu, bir zamanlar bütünüyle farklı anlamlara sahipti ve bunlar eski Amerika’nın şekillenmesine yön veren fikirlerdi. Bu içerik boşaltıldı ve yeni, gelmekte olan toplumu oluşturan tüm aydın fikirlere karşı saldırgan bir güvensizlikle değiştirildi. Tepede, Amerika bir çeşit vesayet altındaydı. Devletin gemisi, kendi dümenini kendi yönetiyordu.”

McCarthy gibi yalnızca dönüşen ekonominin baskı altında bıraktığı bir sermaye kesimine değil, dönüşen ekonomiyle birlikte sermayesi büyüyen bir kesime de dayanan AKP ise politik tarihimizin içsel bir unsuru olarak, kendine çizilen sınırları zorlayarak “devletin tepesindeki vesayet”e ve orduya meydan okuyarak işe koyulmuştur. “Cadı avı”, “kendi dümenini kendi yöneten devlet gemisinin” başına geçip, o devlet diliyle tam olarak buluştuktan sonra başlar. O, McCarthy yasaları gibi “cadı avı” için geçerli toplumsal gerekçeleri sağlamaz, onları devraldığı gemide hâlihazırda bulur, devralır.

Onunla büyümüş bir nesil için sisteme küsmelerine yol açan bir temsilden çok, kafa karışıklığına yol açması da bundandır. Öyle bir kafa karışıklığıdır ki bu, söz konusu internet protestosunda megafondan sorulan “5651’i kim çıkardı?” sorusuna tereddütsüz “AKP!” diye cevap verir binlerce genç. Yasayı üç partinin (AKP, CHP ve MHP) ortak çıkardığı bilgisi yine megafondan verilmek zorunda kalınır. Kaldı ki 5651 ile kapalı olmaya devam eden siteler pek de gündemleri değildir. Tıpkı bu ergen dilli muhalefetin yatağı internet ortamlarında Burroughs’a açılan davaya Ölüm Pornosu’na açılan dava kadar “entry” bahşedilmemesi, internet yasağına ise bu ikisinin toplamının kat kat üstünde tepki verilmesi gibi. Atatürk’ü sarayda dayak yerken çizdi diye CHP’den gelen ihbarla hapis cezasıyla karşı karşıya olanları ise pek çoğu duymamıştır bile, duysa da aynı “özgürlükçü” tepkiyi göstereceği şüphelidir. Eylemde kasti olarak tanımadığım bazı insanlara Burroughs’a sansürü sordum. Bilenlerin oranın azlığı şaşırtmadı beni. Bu kuşağın Beat Kuşağı ile ya da 68 ile ilgisi de ne yazık ki bu orandan fazla değildir. Onlar için AKP’ye verilen tepki, gerici okul müdürüne tepkileridir. İktidarda gördüğü o müdürdür. (Ki bunda bütünüyle haksız da değildir.)

Beat Kuşağı’nın İkinci Dünya Savaşı’nı pek hatırlamaması gibi o da 12 Eylül ve öncesini hatırlamıyor, pek de umursamıyor, belki de haklı olarak. Ancak abilerinin “Kore Savaşı” ile, yakın zamanın kanlı tarihiyle de hesaplaşmış değiller. İnternet sansürüne tepki ile 30 yıl sürdürülmüş bir savaş dili aynı sosyal medya ortamlarında aynı gençler tarafından sürdürülmeye devam ediyor. İnternet sansürüne karşı eylemin medyada yer almamasına duydukları tepkiye rağmen, bunu da o medyadan öğrendikleri bir “yandaş medya” söylemiyle yapıyorlar. Kürt sorununu sorduğunuzda o medyanın ana haber bültenlerinin dilinden başka bir dille konuşmayı bilmiyorlar. Bir babaya karşı ergen diliyle isyan eden bu gençlik, Okul Müdürü’yle belki ahlak ve okul düzeni konusunda anlaşamamaktadır ama eğitimin içeriği konusunda tartışmadığı gibi, İstiklal Marşı ve Andımız sırasındaki yerini de almaktadır.

Bir kısmının sansüre karşı sahiplendiği Burroughs’un ilgisini ise aslında “porno”dan çok “terör”ün çektiğinin pek farkında değildir. Burroughs’un 54 yıl önce geldiği İstanbul’u kapalı muhafazakarlığı ve polis denetimiyle andığını da bilmez, ona göre her şey son 10 yılda olmuştur. Uslu çocuk olursa ileride aralarına katılmayı umduğu bizim Şirinler kasabasının sakinlerinin, “ayrımcı, küstah üst-orta sınıf”ımızın herşeyi (mesela ‘müstehcen’ kitap toplatmayı ya da delil karartmayı) ilk kez görüyormuş edası ile hareket etmesi de bu kanısını desteklemektedir!

Ancak bu ergen dilini eleştirirken, bu dile yol verenin hiçbir dil geliştiremeyen donuk bir sol olduğunu unutmamak gerekir. Yıllarca geçmiş ezberinden hatırladığı tahlillerle AKP’yi ya “yeni tipte faşizm”e ya da “faşizm çözülürken TÜSİAD’ı arkasına alan burjuva demokrasisi”ne yakıştıran, geçtik TÜSİAD’ın ya da AKP’nin nereden gelip nerelere gittiğinin adam gibi bir analizi, zulasına her “ileri demokrasi” ülkesinde görülebilecek “iki partili diktatörlük” ve “polis devleti” gibi kavramları bile eklemekten çekinen bir sol, şimdi ya gençliğin tepkilerinin karşısında Kürt sorununun geldiği aşama karşısında olduğu gibi sessiz kalarak veya “mızmızcı” bir eleştiriyle dikilmekte ya da kendi hafızasını silerek 90’ları bile yaşamamış, kitap yasaklamanın ve polis denetiminin yeni olduğunu sanan bir kuşağa katılıp bu ergen dilini bütünüyle paylaşarak, “Nereye gidiyoruz?” diye sormaktadır.


Nereden geldik, nereye gidiyoruz?

Bu noktada bir kez daha benzerliklere dönüş yapıyorum ve Beat Kuşağı Antolojisi’nin giriş makalelerinde çizilen tablonun belli parçaları geliyor aklıma:

Belki de henüz, bir kolda aşırılık ve diğer kolda gelenekçilik olmasının arkasında yatan sebebin, bir insanın hayat felsefesini destekleme mevziisinden, insanların tahammül kapasitesine destek verme mevziisine doğru gerilemiş olmaktan ortaya çıkan “bekle ve gör” politikası olduğunun farkında değiller.”

Henüz tüm ergenliğine rağmen bu yeni gençlik için de Beat Kuşağı için söylenmiş şu sözleri söylemek bütünüyle yanlış olmaz:

Çözümlerinin çeşitliliği ve aşırılığı, bir kuşak olarak kendi gözlemleri ve ilhamlarını, etrafında sınıflandırabilecekleri tek bir eksen bulamamalarının bir sonucu. Tek bir felsefe, tek bir parti, tek bir tavır yok. Bunun nedeni büyük ihtimalle bildikleri yaşamı bütünüyle yansıtmaya çalışan pek çok Ortodoks ahlakın ve sosyal kavramın bu konudaki başarısızlığı. Ancak bu yüzden, her birey, çaresiz görünen bir dünyada genç olma problemi ile kendince yüz yüze gelmeye ya da en azından buna katlanmaya zorlanan, kendi içine kapalı birimler haline geliyor.

Bu kuşağın kendine bir isim vermekte, bir grup olarak tartışılmasında ve hatta bazen kendisi olmaktaki isteksizliğinin nedeni de her şeyden önce budur. Çünkü icat edilmiş tanrılar kendilerine tapınanları istisnasız biçimde hayal kırıklığına uğratıyorlar. Sadece onlara olan ihtiyaç varlığını koruyor, bu ihtiyaç da Beat Kuşağı’nın bir nesneden diğerine her şeyi tüketerek, bir gün onları tüm ‘beat’liklerinden yoksun bırakacak geleceğe ilerleyişini yansıtıyor.

Beat Kuşağı gerçekten de bu sona koştu. “Kerouac’ın Yolda’sı “bestseller” bir romandı. Jack Kerouac’ın bu dünyası esasında yükselen yeni mesleklerin dünyasıyla aynı değerlere sahipti. Yeni geniş beyaz yakalılar sınıfı için, hızlı arabaların, kolay kadınların ve içkili partilerin olduğu bir hayal dünyasına kaçış halindeki Grey Flannel’li (bir parfüm markası) kenar mahallelileri için dedektif hikâyeleri, kovboy maceraları ve erotik dergiler ihtiyacını karşıladı.” Bu satırların yazarı, kitaptaki ikinci makalenin sahibinin de sonu farklı olmadı. Marksizmi eleştirip manevi alternatif olarak yücelttiği Zen Budizmi, 80’lerde San Fransisco’dan Los Angeles’a inip bir Hollywood trendi haline geldi.
Bizde 90’ların sonunda ortaya çıkan Kadıköy’deki “Beat Kuşağı’nın ruh ikizleri”nin sinemaya taşınıp bir pop kültürüne dönüşmesi ise çok daha kısa sürdü görünüşe göre. Bu ergen dilli muhalefetin “Nereye gidiyoruz?” tedirgin sorusuna, kendileri açısından rahatlatıcı bir cevap belki de. Esas tedirgin edici olan, bu ergen dilinin “büyüdüğü” zaman söyleyecek bir şeyi, devlet babasına ya da okul müdürüne verdiği sınırlı tepkiler haricinde kendinden bırakacak bir şeyi olmayışı.

Beat Kuşağı fikirlere karşı bağışıklıkları yok, onlardan büyüleniyorlar. İnançlarının kısmiliğini ya da hiç olmamasının nedenini bir köşeye bırakırsak, birkaç yüzyıldır inanca dayalı eylemin saplantılı bir problem olduğu ilk kuşak bu.” Bunu bu kuşak için söylemek pek mümkün değil. O bu hippiliği değil, daha çok 80’ler Amerikası’nın gençliğinin “bana karışma”cı özgürlüğünü, yeni beyaz yakalı işçi sınıfının “yuppie”liğini paylaşıyor. Onun için internet bir bilme, söyleme, var olma değil; görme ve görülme özgürlüğü.

80’ler ve Şirinler’in dönüşü

“Ulusalcı sol”un komünizm algısı, Çiller döneminin “son sosyalist devlet Türkiye” söylemlerindeki sosyalizmi aşmaz. Bir bütün olarak solun sahiplendiği “komünizm” kavrayışı, büyük oranda neo-liberal Reagan-Thatcher hattının düşman ilan ettiği “komünizm” kavrayışla çakışır. İster kabul etsin, ister etmesin, bununla yaralıdır. Solda şirinler şakasının hiç değilse komik bulunmasının nedeni de budur. Nitekim “Şirinler komünisttir” söylemi, 80’li yıllar ortamında ABD’nin muhbir ve beyaz tenleri kadar “hassas vatandaş”ları tarafından icat olunmuştur. 1985 yılında kolej dergisinde yer alan bir öğrenci yazısı, benim bulduklarım arasında bu “feryadın” en eski örneği:

“Sevgili Editör,
Geçen cumartesi sabahı televizyonu açtığımda mide bulandırıcı bir anti-Amerikan tavra maruz kaldım. Sadece ulusal televizyondan yayınlanmıyor, ülkenin gençlerini hedef alıyordu. Gördüğüm komünist tavrın açıkça sergilenmesiydi. Gelirin eşit olarak dağıtıldığı bir komün gördüm. Her üyenin belli bir işi vardı. Özgür seçim yoktu. Tüm kararlar “Baba” dedikleri yüce bir lider tarafından alınıyordu. Toplum dünyanın geri kalanına kapalıydı…

…Bu tür bir komünizm propagandasını evimde görmeyi reddediyorum. BU ŞİRİNLER DURDURULMALI, doğru Amerikan tavrı budur.”

Eğer sol, neo-liberalizmle aynı Şirinler ve komünizm algısını tersten paylaşmamış olsaydı; Şirinler’i hiç izlememiş gençlik, belki de ergen dilinin dışında sahiplenebilecekleri bir muhalefet dili bulmuş olabilirdi bugün. Şu haldeyse biçimde ve söylemde ‘Beat’, içerikte ve ruhta Şirinler olarak kalıyor.

Herkes bir Gargamel’den tedirgin, bir Şirin Baba’ya güveniyor. Belki ondan da tedirgin olan kimileri var. Şirin olmakla derdi olan ise yok.

2 yorum:

  1. yazı aslında daha genel bir yorumu hak ediyor, ama ben türkiye'de şirinleri komünizmini yutmayan azınlıktan bir ses duyduğuma sevindiğimi söylemekle yetineyim. bu tür "eften püften" konularla ilgilenenleri amaçsız, "sanat için sanat"vari bir beyin jimnastiğiyle ilgilenmekle suçlamak, solda bir çeşit halk sporu olsa da, asıl mesele, şirinler'den ne anladığımız değil, komünizmden ne anladığımız. şirinler'de komünizmi görenlerin komünizminden korkuyorum.

    YanıtlaSil
  2. Değerli site yöneticisi,bloğunuzdaki paylaşımlarınız çok yararlı oluyor ağır ceza avukatı olarak bu paylaşımlardan dolayı teşekkür ederiz.

    YanıtlaSil