23 Temmuz 2011 Cumartesi

Çelik gerçekten böyle mi sertleşti?

Toplumun duygu ve düşüncelerinin bir takım kurumlar aracılığıyla şekillendirilmesi Muzır Kurul'un son dönemde yaptığı atakla tekrar gündeme geldi. Yeniymiş gibi lanse edilmeye çalışılan ve son dönem paranoyalarıyla birlikte (ve belki de yalnızca bu yüzden) "hassasiyet gösterilen" bu kararlar ve uygulamalar karşısında bireysel özgürlük tartışmalarının yapıldığı bugünlerde toplumsal özgürlüğün esas savunucuları (ya da olması gerekenleri) cephesinden konu hakkında hiç ses gelmemesini neye bağlayabiliriz? Gündemlerinin yoğunluğuna mı? "Ahlak" tartışmasında yıkmaya çalıştığı devlet ile hemen hemen aynı yerde duruşuna mı? Yoksa ideolojik mühendislik söz konusuysa her yol mübahtır noktasındaki sabıkalarına mı? İşçi, yoldaş ya da çocuk hepsi aynı koruma güdüsüyle yaklaşılan, biçimlendirilmesi ve zinhar kendi haline bırakılmaması gereken "hamur"lar değil mi? Nerede kaldı "tek tek her bireyin özgür gelişmesinin tüm herkesin özgür gelişmesinin koşulu olduğu bir topluluk" düşü? Hadi itiraf edelim hepimizin gönlünde aslan gibi bir Jdanov yatmıyor mu?

Edebiyatta "toplumsal gerçekçilik" olarak ifade edilen yaklaşım konuyla az çok ilgili bütün insanların hayatlarının bir döneminde varoldu. Özellikle 80 öncesi dönemde yeterince bozuma uğratılmadığı düşünülen yerler, hareketin, koşulların, halkın ve güçlerin durumu dayanak gösterilerek, yayıncılık-çeviri-çevirmen koşullarındaki sınırlılıkla da birleşip bize özgü ideolojik makaslarla bir kez daha elden geçti. Farklı yayınevlerinden çıkan aynı kitaplarda farklı fraksiyonların izdüşümlerini bulmak da mümkün. Ancak biz şimdi hikayenin başına yani anavatınına dönerek bu türün en keyifli ve ajitatif örneklerinden "Ve Çeliğe Su Verildi"nin tesadüfen ortaya çıkmış "gerçekliğine" dönelim. Yazıyı Mustafa Yılmaz'ın http://sarapdumanlari.wordpress.com adresindeki sitesinden kendisinin izniyle paylaşıyoruz yani ortada bir "çalmaca" yok, gerçi yazının sonundaki nottan da anlaşılacağı üzere bu camiada pek cezası olan bir günah değil çalmak ya da daha kibar ifade edersek intihal hatta esinlenme....


***


Konumuz Nikolay Ostrovski'nin "Ve Çelik Böyle Sertleşti" romanı. Rusça vikipedide bu kitap için açılmış sayfada Rus haber ajansı RIA'ya giden bir bağlantı var. Bağlantıda yer alan 2007 yılına ait haberde romanın Çin'deki popülaritesi konu ediliyor. Yanı sıra Moskova'daki Ostrovski Müzesi'nden bir uzmanın romanla ilgili görüşlerine yer verilmiş. Buna göre 2004 yılında Ostrovski'nin 100. yaş gününde Molodaya Gvardiya Yayınevi yazarın iki romanını ve mektuplarını içeren 3 ciltlik bir "tüm eserler" derlemesini yayınlamış. (Daha sonra öğreneceğim üzere, bu ilk kez gerçekleştirilen bir çalışma değil. En son 1989 yılında yine Moskova'da aynı yayınevi tarafından bir "tüm eserler" yayınlanmış. 2004 yılı baskısı aslında 1989'un yeni elde edilen cüzi miktarda arşiv materyaliyle zenginleştirilmiş halinden ibaret.)

Nikolay Ostrovski, 123Sobraniye soçineniy. Molodaya Gvardiya: Moskva, 1989.

RIA'ya konuşan müze görevlisinin söylediği öyle bir şey vardı ki, okurken gözlerim faltaşı gibi açıldı desem yeridir. Buna göre 1989'da yayınlanan "Ve Çelik Böyle Sertleşti" baskısında daha önce hiç yayınlanmamış kısımlar bulunuyordu ve sayıları hiç de az değildi. Kitabın neredeyse üçte birlik bölümü ilk kez 1989 yılında gün yüzü görüyordu. Üstelik bu kısımların çoğu dönemin politik atmosferine farklı bir ışık tutar nitelikteydi. Örneğin, ilk baskılardan itibaren çıkarılan parçaların birinde uzun uzun kitabın başkahramanı Pavel Korçagin'in "işçi muhalefetiyle" kurduğu ilişki ele alınıyordu. Özetle kitap 1989 yılına kadar eksik ve sansürlü haliyle basılmıştı.

Bu satırları okuduktan sonra iki soru belirdi aklımda: 1. Öyleyse biz Türkçede romanın eksik ve sansürlü halinin çevirisini mi okumuştuk? 2. İlk kez 1989'da basılan ve daha önceki baskılarda yer almayan kısımlarda "İşçi muhalefeti" meselesinin dışında başka neler vardı?

İlk soruyu cevaplamak nispeten daha kolaydı. Nadirkitap ve To-Kat'ta yapılacak on dakikalık bir kronoloji taramasına bakıyordu.

Orijinal adıyla "Kak zakalyalas stal" romanı Türkçeye 1967'de Atilla Tokatlı ("Ve Çeliğe Su Verildi", Gün Yay.), 1972'de Umut Özgen ("Ve çeliğe Su Verildi", Yücel Yay.), Işık Yılmaz ("Ve Çeliğe Su Verildi", Umut Yay.), Güneş Bozkaya Kolontay - Nadiye Çobanoğlu ("Ve Çelik Böyle Sertleşti", Yar Yay.), 1979'da Stanislava Özen ("Çeliğe Su Verildi", Sosyal Klasikler Yay.) ve 2003'te Celal Kırlangıç ("Ve Çeliğe Su Verildi", Ayyıldız Yay.) tarafından toplamda 6 kere çevrilmişti. *

atilla tokatlıumutozgenışıkyilmazgunesbozkayastanislava özencelalkırlangıç

Türkçedeki 6 "Kak zakalyalas stal" çevirisi

Celal Kırlangıç'tan önceki 5 çeviri 1989'dan daha eskiye tarihlendiğine göre orijinalinde eksik olan kısımların bu çevirilerde bulunması söz konusu bile olamazdı. Kırlangıç'ın çevirisinin hangi dilden ve hangi baskı temel alınarak yapıldığını öğrenmek için kitabın kendisini görmemiz şarttı. Öte yandan Türkiye'deki Ostrovski ve eseri ile ilgili kanaat yukarıdaki listeden de görülebileceği gibi 1967-1980 döneminde çoktan yerleşmiş olsa gerekti. Ayrıca günümüzde hala basılan çevirilerin önemli bir bölümü bu yılların usta çevirmenleri eliyle yapılanlardı. (Örneğin ben kitabı ilk kez 1998-1999 yıllarında Güneş Bozkaya çevirisiyle okumuştum.) Bütün bunlardan çıkardığım ilk sonuç şu oldu: Kırlangıç'ın çevirisinin 1989 baskısı temel alınarak yapıldığını farz etsek bile, ki bence bu çok düşük bir ihtimal, Türkiyeli okurların ezici çoğunluğu 1967'den bu yana bu kitabın sansürlü ve eksik halini okumuş, kitaba konu olan olaylar ve dönem hakkında ona göre bir fikir edinmişti. Bu nedenle bu fikirde bazı çarpıklıklar olması son derece muhtemeldi.

Sıra ikinci soruyu cevaplamaya gelmişti. Daha önce sansürlenen ve ilk kez 1989 baskısında yer alan bölümlerde ne vardı? Bunu öğrenmenin en kolay yolu bu üç ciltlik baskıyı edinmekti. Aslında kitapları bir Internet sitesinden de satın alabilirdim ama nedense içimden gelen sese kulak verdim ve doğrudan Ostrovski Müzesi'nin yolunu tuttum.

Rus edebiyatı üzerinde çalışan Türkiyeli bir doktora öğrencisinin gelişi, ziyaretçilerle dolup taştığı pek de söylenemeyecek müzenin çalışanlarını epey bir mutlu etti. "Elimden tutup gezdirdiler" desem yeridir. Bu sıcak karşılamanın neticesinde, 30 ruble, yani 1,5 lira ödeyerek girdiğim müzeden, kucağımda 1989 baskısı ciltler, çeşitli broşürler, geçmiş Ostrovski konferanslarına ait materyaller, 2011 Kasımında düzenlenecek konferansa katılım davetiyesi ve daha bir sürü hediyenin yanı sıra derin bir şaşkınlık duygusuyla çıktım. Sansürlenen kısımlar konusuna tekrar döneceğim. Ancak parantez içerisinde bile olsa bu şaşkınlık meselesini açmam gerek.

Moskova'daki bu müze Nikolay Ostrovski'nin ömrünün son günlerini geçirdiği evde kurulmuş. Yazarın edebi yaşamına ait tonla el yazması ve arşiv malzemesinin yanı sıra biyografisine ışık tutan eşyalar, resimler ve belgeler burada muhafaza ediliyor. Bir müze çalışanı, işte bu şeylerin sergilendiği vitrinlerin önünde uzun ve ayrıntılı anlatımlarda bulunurken ben, o anda işittiğim Ostrovski'yle, Türkiye'deki okumalarımdan bildiğim Ostrovski arasındaki farklılıklara ümitsizce bir anlam vermeye çalışıyordum. Görevliyi dinlerken aklımdan sürekli "Galiba ben yanlış hatırlıyorum" gibi cümleler geçiyordu. Halbuki kendimi boşuna hırpalıyordum. Türkiye'de okuduğum her şeyi dosdoğru hatırlıyordum. Sorun bende değil, Türkiye'de ve muhtemelen dünyanın pek çok başka ülkesinde Ostrovski hakkında doğru zannedilendeydi.

Somut bir örnek. 1973 Martında İstanbul'da May Yayınları tarafından basılan Ostrovski'nin "Kasırga Çocukları" çevirisi. Kitabın sonunda yer alan "Sonsöz"den olduğu gibi aktarıyorum:
"Ve Çeliğe Su Verildi'nin unutulmaz yazarı [...] 1904 yılında, bir işçi ailesinde dünyaya geldi. Çoban yardımcılığı, komilik, demiryolu işçiliği yapan Ostrovski, 1919 ağustosunda Kızıl Ordu'ya katıldı ve Boudienny birinci süvari ordusunda çarpıştı. Lvov önlerinde ağır yaralandı. İç savaştan sonra, Kiev demiryolu atelyelerinde çalıştı ve gençlik örgütlerinde militanlık yaptı. 1924 yılında bir felç geçirip gözleri kör olunca, gençliğin heyecanını coşturmak için bir kitap yazmağa karar verdi. (sic)"

Görevlinin fotoğraflar ve diğer materyaller eşiliğinde aktardığı yaşam öyküsü yukarıdaki versiyonu andırmakla birlikte çok önemli farklılıklar içeriyordu. Bir kere Ostrovski işçi ailesinde doğmamıştı. Dedesi çarlık ordusunda subay, babası ise astsubaydı. Şıpka'da Osmanlılara karşı savaşmış, sonraki yıllarda gazi ünvanıyla emekli olarak memuriyet hayatına atılmıştı. İşçiliği memuriyetinden sonraydı. 1. Dünya Savaşı'nın patlamasıyla birlikte elindeki işi kaybetmiş, bunun üzerine Ostrovski ve erkek kardeşinin çalışması gerekmişti. Ostrovski "proletarya kariyeri" başlamadan önce bir öğrenciydi. Ekim Devrimi ve devrimi takip eden iç savaş yıllarında bir yandan çalışmış, bir yandan da okumaya devam etmişti. Bir işçi olduğu kadar, bir öğrenciydi ve bu dönem boyunca hep ailesinin yanındaydı. Doğal olarak Ne Budyonıy'le ne de bir başkasıyla at sürmüşlüğü vardı, ne de yaralanmışlığı... Yaşadığı yerde Bolşeviklerle ilişkisi olduğu doğruydu ama Kızıl Ordu saflarında çarpışmışlığı sonradan oluşturulmuş bir mitten ibaretti. Onu genç yaşında acı dolu bir ölüme götüren rahatsızlığının Beyaz Ordu karşısında alınmış bir savaş yarasıyla değil, bir genetik bozuklukla ilgisi vardı. Ostrovski "genç erkek hastalığı" da denilen ankilozan spondilit hastalığından mustaripti.

Türkçe kaynaklarda okuduğumuz Ostrovski biyografisi 1930'larda Sovyetlerde yazılmış bir menkıbenin, fabrikasyon bir hikayenin çevirisinden başka bir şey değildi. Beni şaşırtan şey, hikayenin aslıyla beklenmedik bir şekilde karşılaşmış olmaktı. Eksik ve sansürlü bir kitabın peşinden gittiğim müzede yazarın yaşam öyküsüyle ilgili böyle bir sürprizi beklemiyordum.

Romain Rolland'ın Ostrovski'yi anlayamamakla suçladığı Andre Gide'in 1936 yılındaki Sovyetler Birliği ziyareti sonrasındaki sözlerini hatırlamanın tam sırasıdır: "SSCB'de olmasak '[Ostrovski] bir aziz' derdim. Din bile onunkinden daha mükemmel bir çehre yaratamamıştır. Azizleri sadece dinin yaratmadığının en güzel ispatı budur."

İkinci soruya tekrar dönelim: Daha önce sansürlenen ve ilk kez 1989 baskısında yer alan bölümler nelerdi? Sansürün arkasında kim vardı? Bu süreç nasıl işlemişti?

Müze müdürünün hediye ettiği 1989 baskısı ciltlerin birincisini açıyorum. "Ve Çelik Böyle Sertleşti" romanını içeren bu cildin sonunda eseri yayına hazırlayan Ostrovski uzmanı Yevgeni Buzni'nin kaleme aldığı genişçe bir yorum metni var (примечания). Bu metne göre ilerliyoruz.

"Ve Çelik Böyle Sertleşti" romanının birinci kısmı ilk kez 1932 yılında Komsomol dergisi "Molodaya Gvardiya"', yani Genç Muhafız'da yayınlanıyor ve aynı yıl kitap olarak basılıyor. Romanın ikinci kısmı yine aynı dergide 1934'te çıkıyor. İki kısım bir arada ilk kez yine 1934'te Molodaya Gvardiya Yayınevi tarafından kitaplaştırılıyor. Kitap 22 Aralık 1936'ya, yani Ostrovski'nin öldüğü güne kadar farklı dillerde (Rusça, Ukraynaca vs.) 50 baskı yapıyor. Bu baskılardan bazılarının hazırlanışına Ostrovski bizzat katılıyor.

Ostrovski'nin yapıtına uygulanan iki tip sansür var. Birincisi yazarın ölümünden sonra, doğal olarak, rızası alınmadan yapılan değişiklikler biçiminde. İkincisi ve belki de daha trajiği yazar hayattayken kendisine kabul ettirilen eklemeler/çıkarmalar şeklinde. Bu iki tip sansür üst üste binince Ostrovski'nin yarattığı metinle çeviri yoluyla bize ulaşan metin arasındaki mesafe kat be kat artıyor.

Birinci tip sansürün en belirgin örneği, romanda yer alan bazı isimlerle ilgili. Ostrovski sağken, uğursuz 1937 yılından önce yapılan baskılarda adları geçen kimi gerçek şahsiyetler 1937-1938 sonrasında eserden çıkarılıyor. Bunlardan ilki ünlü Kızıl Ordu komutanı Iona Yakir. Yakir 1937'de NKVD tarafından "Troçkist Anti-Sovyet Askeri Organizasyonunun bir üyesi" ve ayrıca "Nazi ajanı" olmakla suçlanıyor ve Tuhaçevski'yle birlikte kurşuna diziliyor. (Yakir'in oğlunun yazdığı "Детство в тюрьме" - "Hapishanede geçen çocukluk" adlı bir anı kitabı var. Pyotr babasının tutuklanışını burada detaylarıyla anlatıyor.) Sonraki baskılarda adları çıkarılan üç komünist daha var: Nikolay Çaplin (Komsomol Genel Sekreteri, 1938'de kurşuna dizildi), Saşa Kosarev (Komsomol yöneticisi, 1939'da kurşuna dizildi) ve Dmitriy Jloba (Sovyet kumandan, iç savaş kahramanı. 1937'de NKVD tarafından "Kuban isyanının önderi" olmakla suçlandı ve tutuklandı. Birkaç ay sonra kurşuna dizildi).

Buzni, bu değinmelerin ardından kitabın Ostrovski hayattayken yapılan ve sonraki baskılara temel teşkil eden 1936 baskısına girmeyen satırları, paragrafları, sayfaları ve bölümleri sıralıyor. Elyazmalarında mevcut olan bu kısımlar kitabı yayına hazırlayan redaktörler tarafından baskıdan çıkarılıyor.

Kitabın ilk redaktörü M.B. Kolosov'un sonradan aktardığına göre, elyazmasında bulunan kısımların çıkarılma işi büyük oranda Klavdiya Sverdlova'nın önerileri doğrultusunda gerçekleştiriliyor. (Türkçedeki Sovyet edebiyatının sıkı takipçileri bu ismi hatırlayacaktır.) Kolosov, Sverdlova'nın şu sözünü hiç unutmamış mesela: "Gerçek yaşam başka, edebiyat başka!" Buzni, Ostrovski'nin bu değişikliklere onay vermiş olmasını gençliğine, edebiyat alanındaki tecrübesizliğine ve yaşça daha olgun yoldaşlarına olan saygısına bağlıyor.

El yazmasında olduğu halde 1989 yılına kadar Rusça baskılara alınmayan, doğal olarak önceki baskılar temel alınarak yapılan çevirilerde de yer almayan bu kısımlar sayıca ve hacimce epey fazla. Hepsine burada yer vermek pratik olmadığı gibi çok gerekli de değil. Aşağıda paylaşacağım az sayıdaki örneğin bu işi yapanların zihniyetini, neyi saklamaya çalıştıklarını ve tahrifatın yönünü göstermeye kafi geleceğini düşünüyorum.
(1989 baskısına göre) s.31'de "...но побоялся, как бы не влетело" (...ama azar yemekten korktu) ifadesinden sonra elyazmasında "Был Павка верующим. Мать его, религиозная женщина, втолковывала ему божеские истины, и он твердо знал, что мир сотворил бог и не миллион лет назад, а совсем недавно" (Pafka Tanrı'ya inanırdı. Dindar bir kadın olan annesi ona Hıristiyan inancını aşılamıştı ve o dünyanın milyonlarca yıl önce değil, çok daha yakın bir tarihte Tanrı tarafından yaratıldığını bilirdi.) cümleleri geliyor. Bu kısım atılmış.

s.65'te "Уже насчитывалось до десятка партизанских отрядов, организовнанных большевиками." (Bolşevikler tarafından örgütlenmiş on kadar partizan birliği vardı.) Bu cümlenin 1935 baskısındaki hali şu şekilde: "Уже насчитывалось до десятка партизанских отрядов, частично организованных большевиками". (Kısmen Bolşevikler tarafından örgütlenmiş on kadar partizan birliği vardı.) 1936 baskısında "частично" (kısmen) kelimesi atılmış. Cümlenin el yazmasındaki hali ise bu taklaların sebebini açık ediyor: "В губернии начиналось партизанское движение. Уже насчитывалось до десятка партизанских отрядов, частично организованные большевиками, частью украинскими эсерами." (Guberniyada partizan hareketi başlıyordu. Kısmen Bolşevikler, kısmen de Ukraynalı Eserler tarafından örgütlenmiş on kadar partizan birliği vardı.)

s.90'da "Совершенно отупевшие обыватели соскочили со своих теплых кроватей - прилипли к окнам" (Şaşkına dönen ahali sıcak yataklarından fırlayıp pencerelere yapıştı.) cümlesinden sonra elyazmasında halkın iktidarın el değiştirmesinden duyduğu tedirginliği betimleyen şöyle bir bölüm var. "Автоном Петрович поднял голову, прилсушался. Нет, он не ошибся - стреляют, и быстро скочил на ноги. Влипнув носом в стекло окна, он простоял несколько секунд. Сомнение быть не могло - в городе шел бой. [yeni paragraf] Надо снимать флажки сейсас же под портретом Шевченко. За петлюровские флажки от красных попасть может, а портрет Шевченко как те, так и другие уважают. Хороший человек Тарас Шевченко: Повесишь его и не бойся - кто бы не пришел, слова плохого не скажет. Флажки - это другое дело. Он, Автоном Петрович, не дурак, он не растяпа, как Герасим Леонтиевич. Зачем рисковать Лениным, когда есть такой удобный выход?.." (Avtonom Petroviç kafasını kaldırdı ve dinlemeye koyuldu. Hayır, yanılmamıştı. Ateş ediyorlar. Hızla fırladı yerinden. Burnunu cama dayayıp birkaç saniye dikildi. Hiç şüphe yoktu. Şehirde çarpışma vardı. [yeni paragraf] Şevçenko portresinin altında asılı duran bayrakları kaldırmalıydı. Petlyura bayrakları yüzünden kızılların saldırısına uğrayabilirdi. Ama Şevçenko'nun portresine iki tarafın da saygısı vardı. Ne iyi adam şu Taras Şevçenko: As resmini, hiçbir şeyden korkun olmasın. Kim gelirse gelsin, kötü söz çıkmaz ağzından. Ama bayraklar başka. Avtonom Petroviç aptal değildi. Gerasim Leontiyeviç gibi şapşal değildi. Daha uygun bir çıkış yolu varken Lenin resmi asıp riske girmeye ne gerek vardı?) Bu bölüm ve devamındaki birkaç cümle daha çıkarılıyor.

s.188'de "Белопанская Польша осталась жить. Мечту о Польской советской социалистической республике пока не удалось осушествить." (Beyaz panların Polonyası yaşama devam etti. Polonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti hayalini gerçekleştirmek şimdilik mümkün olmamıştı.) Romanının yeni baskısını yapmak için 1954 yılında toplanan komisyonun görüşme tutanaklarında bu iki cümleyle ilgili George Orwel'ın 1984'ü tadında bir not düşülmüş: "Н.А. Островский явно не знал истинной причины отхода наших войск от Варшавы, об этом стало известно только после процесса над Зиновевым и Бухариным и их бандой. Главная причина кроется в предательской деятельности Троцкого (См.: История Всесоюзная Коммунистическая партия (большевиков). Краткий курс. Госполитиздат, 1945 г., с.230-231). Но это можно прокомментировать. Дело в другом. Наши армии не ставили задачу в войне с Польшой в 1920 г. осушесвить Советскую власть. Я предлагаю последние две фразы убрать, чтобы не давать двусмысленного толкования". (Belli ki N.A. Ostrovski birliklerimizin Varşova'dan çekilmesinin asıl sebebini bilmiyordu. Bu mesele Zinovyev, Buharin ve şürekalarının yargılandığı davadan sonra aydınlandı. Çekilmenin altında Troçki'nin haince faaliyetleri yatıyordu. (Bkz. SSCB Komünist Partisi (Bolşevik) Tarihi, 1945 baskısı, sayfa 230-231.) Ama bunu (başka türlü) yorumlamak da mümkün. İşin aslı başkaydı. Ordularımızın önünde 1920'de Polonya'da Sovyet iktidarını kurmak gibi bir amaç yoktu. İkili bir yorumdan kaçınmak adına bu son iki cümlenin çıkarılmasını öneriyorum.) Ve bu iki cümle çıkarıldı.

s. 192'de birinci bölümü kapatan cümlenin ardından elyazmalarında 6 sayfa tutan bir kısım geliyor. Bu kısmı birebir aktarmak yerine özetlemek yoluna gideceğim. Burada NEP'in ilanından sonra Pavel Korçagin'in partiye ve politikalarına dair yaşadığı tereddütler anlatılıyor. (RIA'nın haberinde müze görevlisinin bahsettiği kısım işte burası.) Pafka partiyle ve yoldaşlarıyla çok ciddi bir çatışma içine giriyor ve sürecin sonunda üyesi olduğu bölge komitesinden tasfiye ediliyor. Uzun süren bunalımlı bir çatışma evresinin ardından "hatasını anlıyor" ve özeleştirisini vererek saflara dönüş yapıyor. Korçagin özeleştirisini şu sözlerle noktalıyor, ki bence okumasını bilen için, dönemin boğucu, tek tipleştirici politik atmosferini kitapta bundan daha iyi özetleyen cümleler bulunamaz: "И когда нас, непримиримых, исключили из рядов организации, каждому из нас стало понятно, что такое политическая смерть, да, смерть. Так как жить без партии своей мы не можем. И мы возвратились в нее, сказав ей открыто и прямо, с рабочей простотой: "Возврашай нам жизнь"". (Ve bizi, yani uzlaşmazları, örgütün saflarından attıklarında hepimiz politik açıdan ölümün ne olduğunu anladık, evet, ölümün. Çünkü partimiz olmadan yaşamamız mümkün değil. Ve biz de, bir işçi gibi apaçık ve doğrudan konuşarak ona geri döndük: "Hayatımızı bize geri ver".) Bu 6 sayfalık kısım olduğu gibi çıkarılıyor.

Elyazmasında Porfiri Korneyeviç Kyutsam'la Pavel Korçagin arasında geçen üç sayfalık bir tartışma bulunuyor. Bu kısım kitabın akışı içerisinde 356. sayfaya denk geliyor. Yine tamamını aktarmayacağım bu diyalogta sosyalizmin inşasıyla ilgili şöyle bir parça var:

"- Таких, как вы, в нашей стране не спрашивают, хотят ли они строить социализм... А вот таких, как вы, просто заставят работать на перестройку нового общества, хотят ли они этого  или не хотят... - А если они не подчинятся? Знаете, насилие порождает сопротивление. Корчагин тяжело опустил руку на свой стакан. - Тогда мы их... - И Павел судорожно сжал стакан. Тонкое стекло хрустнуло..." (Korçagin: "Sosyalizmi inşa etmek isteyip istemediklerini sormazlar sizin gibilere bu ülkede... İsteseniz de istemeseniz de sizin gibileri yeni toplumun inşası için çalıştırırlar, hepsi bu..." Kyutsam: "Peki ya boyun eğmezlerse? Baskı direnişi doğurur." Korçagin ağır ağır elini bardağının üzerine koydu. "O zaman onları..." Ve Pavel titreyerek bardağı sıktı. İncecik cam kırılıverdi.) Bu kısım ve devamındaki cümleler çıkarılıyor.

"Ve Çelik Böyle Sertleşti" romanının Türkçeye çevrilişi toplumsal bir uyanış döneminin tam ortasına rastlıyor. Ben, 1967-1979 yılı arasındaki çeviriler sayesinde bu romanın Türkiyeli okurun kollektif bilincindeki sosyalizm algısının oluşmasına katkıda bulunan kültürel yapıtaşlarından biri olduğu kanısındayım. Romanın kahramanıyla yazarının yaşam öyküsünün iç içe geçtiği ve sık sık karıştırıldığı gerçeğini de göz önünde bulundurursak Ostrovski/Korçagin kimliğini de bu yapıtaşları arasında sayabiliriz.

Peki, yukarıda gördüğümüz üzere romanın yazarın kaleminden çıkan haliyle bize ulaşan biçimi arasında, tarihi kendi çıkarına göre yeniden yazma heveslisi bir parti/devlet aygıtına körü körüne bağlı, gerçeği katletmekten çekinmeyen edebiyat simsarları durmuşsa, hikayenin hangi kısmını bilmemiz, hangi kısmını bilmememiz gerektiğine onlar karar vermişse, yazarın yaşam öyküsünü olduğu gibi değil, "olması gerektiği" gibi öğrenmişsek 1968'den bu yana bu kitaptan beslenen nesillerin sosyalizm algısı sağlıklıdır, gerçekliğe uygundur diyebilir miyiz? Ne dersiniz, çelik gerçekten böyle mi sertleşti?

12 Haziran - 17 Temmuz 2011, Moskova-Mersin.

*: "Ve çelik böyle sertleşti" üzerine bir yazı hazırlama fikri doğunca kitabın Türkçe çevirilerinden hiç olmazsa bazılarını edinme zaruriyeti belirdi. Cuma günü Nadirkitap'tan sipariş ettiğim Atilla Tokatlı ve Umut Özgen çevirileri birkaç saat önce elime ulaştı. Tıpkı tahmin ettiğim gibi, 1989 tarihli orijinal baskıya kadar hiçbir yerde yayınlanmamış kısımlar bu çevirilerde yoktu. Sadece ikinci alıntıda değinilen cümle tıpkı kitabın 1935 baskısında olduğu gibi "kısmen" kelimesiyle birlikte yer alıyordu. Ancak Eserlerin örgütlediği partizan birliklerinden elbette eser yoktu.

Öte yandan, rasgele seçerek sipariş ettiğim bu iki çevirinin elime ulaşmasıyla birlikte yeni bir sürprizle karşılaştım. Atilla Tokatlı ve Umut Özgen çevirileri noktasına, virgülüne varana dek aynıydı! Görünüşe göre Yücel Yayınları ve Umut Özgen büyük bir ahlaksızlığa imza atarak Tokatlı'nın çevirisini yeni bir çeviriymiş gibi piyasaya sürmüştü. İyi niyeti elden bırakmadan "Umut Özgen, Atilla Tokatlı'nın müstear ismi olabilir mi?" diye de düşündüm. Ne var ki kitap Sırpça-Hırvatça'dan çevrilmiş intibası uyandıracak şekilde iç kapağa yerleştirilen "Kako c Kalio Çelik" ifadesi, olayın bir sahtekarlıktan başka bir şey olmadığı düşüncesini destekler nitelikte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder