Peki, burada neler oluyor? Dünyadakini hakkıyla yankılayan durumlar yok değil: Akla hayale gelmedik hukuki yaptırımlara ve fiziki müdahalelere rağmen, köylerinin candamarına kurulan HES'lere karşı çıkan eylemciler iş makinelerini durduruyorlar. Öğrenciler, İngiltere'deki arkadaşlarına selam ederek üniversitelerindeki uluslararası kahve zincirinin dükkanını işgal ediyorlar ve alternatif bir dayanışma ve eğitim sürecini örgütlüyorlar. Ülkenin bir kıyısında senelerdir biriken kayıpların kalıntıları toprakaltından çıktıkça, resmi söylemin failleri -yapacak başka şey kalmadığından- saçmalıyorlar. Arkadaşlarının yasıyla yürüyen onbinler meydanları kuşatıyor. Ne ki, bunlar pek de yeterli sayılmaz: Uludere'de 34 -makbul olmayan- vatandaş bombalanarak öldürülüyor, üstüne de kayıtdışı ekonominin ahlaksız failleri oldukları gerekçesiyle şıpınişi gündemden düşürülüyor. Hrant Dink'in öldürülmesinde rolü olanlar korunaklı konumlarını hala işgal ediyorlar. Barajlarda, tersanelerde, madenlerde, fabrikalarda sömürüldükleri yetmiyormuş gibi 'kaza'lara kurban giden emekçilerin esamisi okunmuyor. İşçileşen beyaz yakalılar, gündelik yaşamlarında edindikleri kimi ayrıcalıklardan tatminkar halde, olan biten hiç bir şeye sesini çıkarmıyor, zira dev LCD televizyonlarının doldurduğu genişçe salonlarında, karşılığı ödenmeyen fazla mesai saatlerinin yorgunluğuyla uyuklar haldeler, akşamları. Mesnetsiz tutuklanan onca kişi arasında nedense yalnızca gazeteciler ve sanatçılara dair imza kampanyaları, küçük yürüyüşler düzenleniyor; nedense sadece onların tutuklanması tuhaf geliyor, diğerlerinin değil. Yıllardır tahakkümünü sürdüren kerameti kendinden menkul askeri vesayet, yetkisini ve dokunulmazlığını, artan bir ivmeyle polis vesayetine devrediyor. Eşitsizliğin, yağmanın, özgürlük ihlallerinin doymazlığına karşın, sessizlik büyüyor. Kesifleşen baskı, çeşit çeşit imtiyazla, teselliyle ve giderek koyulaşan bir demokrasi söylemiyle koşut olarak yaygınlaşıyor. Çünkü bu demokrasi, ancak etkisiz hale gelecek kadar bağlantısızlaştırılmış fertleri makbul vatandaş olarak görüp, sistemli suçları ve gündelik faşizmi 'kaza' ve 'münferit tatsızlıklar' olarak yaftalayıveriyor.
Hasılı, burada yaşayanların pek çoğu, Matthieu Kassovitz'in neredeyse 20 yaşındaki müthiş filmi La Haine'da anlatılan bir kıssanın kahramanına benziyorlar: Yüksek bir binadan düşerken “Şimdiye dek her şey yolunda, şimdiye dek her şey yolunda...” diye kendini telkin eden o şuursuzluk timsali papaza. Halbuki, La Haine'da resmedilen mahallelerin, o karakterlerin geleneğinden doğan Görünmez Komite, Sel Yayıncılık tarafından yenice yayınlanmış Yaklaşan İsyan adlı müthiş manifestosunda, serbest düşüşte olan günümüz toplumlarının kulağına, çok yakından, mühim olanın nasıl düştüğümüz değil yere nasıl çakıldığımız olduğunu hınzır ve kızgın bir edayla fısıldıyor. Bu Fransızca fısıltı, Türkçe'de yankısını buldu, bir kaç yıl rötarla.

“Bugün Batı, M1 Abrams tanklarının üstünde son ses heavy metal dinleyerek Felluce'yi vuran Amerikan askeridir. O, Moğol ovalarında kaybolmuş, herkesin kafa bulduğu, kredi kartına cankurtaran halatıymışçasına sarılan bir turisttir. O, Go oyununa iman etmiş bir CEO'dur. Mutluluğu giysilerde, erkeklerde ve nemlendirici kremlerde arayan bir genç kızdır. Dünyadaki bütün asilerle dayanışma göstermek için -ama yenilmiş olmaları kaydıyla- yeryüzünün dört bir yanına seyahat eden İsveçli insan hakları aktivistidir. Cinsel özgürlüğü olduğu sürece politik özgürlüğe değer vermeyen bir İspanyol'dur. Gerçeküstücülük'ten Viennese Actionism'e kadar medeniyetin yüzüne en iyi kimin tükürebileceğini görmek için yarışan sanatçılar yüzyılının “modern dahisi” önünde huşu duymamızı isteyen bir sanat aşığıdır. Budizm'de gerçekçi bir bilinç teorisi bulmuş bir sibernetikçi ve Hindu metafiziğiyle amatör düzeyde uğraşmanın yeni bilimsel keşiflere ilham vereceğine inanan bir kuantum fizikçisidir.”Görünmez Komite'nin ve içinden seslendikleri mahallenin eşrafında bambaşka tipler var, elbette: Yaklaşan İsyan'da “Depresyonda falan değiliz; grevdeyiz” derken “Sıkıntı karşı-devrimcidir” diyen sitüasyonistlere selam çakıyorlar. Orta sınıfın “sorunlu” addedilen mahallelere karşı duyduğu korku ve nefretin temelinde, kendilerinin yitirdiği ama mahallelerde hala mevcut olan komünal hayatı, insani ilişkileri, devlet güdümü dışında hala gerçekleşebilen dayanışma ve ekonomiyi, örgütlenmeyi kıskanmalarının yattığını söylerken, Lacan'ın ve Zizek'in zikrettiği “başkasının hazzı” mevzuuna örtük referanslar veriyorlar. Stratejiden vazgeçmeyi, taktikleri öne çıkarmayı belki de Michel de Certeau'dan ilhamla öneriyorlar. “İş, bizim var olma alanımız değildir, uğrayıp geçtiğimiz bir yerdir” diye ünlediklerinde; ücretli emeğin, toplumsal fabrika kapsamında disipline edici bir şey olmaktan öteye geçmediğini işaret ettiklerinde İtalya'ya, operaismo hareketine bağlanıyoruz. “Beni dünyaya bağlayan her şey, beni ben yapan bağlantılar, beni meydana getiren unsurlar; belli zaman ve yerlerde 'BEN' diyen varlığı doğuran tekil, ortak, yaşayan bir varoluş verirler bana” şeklinde özetledikleri şahane politik özne tanımını yaparken, Deleuze ve Guattari'nin nefesi geçiyor metnin içinden.
Hasılı, Yaklaşan İsyan'da, mahalle, eski ve yeni eşraftan el alarak dile geliyor; önce güncel koşulların kıyıcı ve keskin bir tahlilini, ardından da bunları alaşağı etmenin yordamlarını bağıra bağıra sunuyor. Söylediklerinde ve gönderme yaptıklarında, dahası mücadele önerilerinde tutarlılık peşinde değiller. Bilakis, durumların çeşitliliğince üreyen, farklılaşan, her mahallenin kendi anlık tabiatına tutunan, dolayısıyla genelleştirilemeyen, indirgenemeyen, tahmin edilemeyen ve herhangi bir üst anlatı/strateji/politika tarafından belirlenemeyen bir direniş çokluğunu öneriyor. Aslına bakarsanız, dinleyip dinlememek size kalmış da denemez: Zira, Komite, çakılma anının sesi.
* Osman Şişman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder